Güncelleme Tarihi:
İçinden bir CD çıkıyor. Ne bir not, ne bir izahat.
Gönderen kim diye zarfa bakıyorum.
“Exp. Abell 1835IR1916” yazıyor bir köşesinde.
Belki bir haberdir, bir ihbar filan... Atmıyorum, bir kenara koyuyorum.
Unutuyorum.
Günler sonra, gözüme çarpıyor yeniden. Sürüyorum bilgisayara, hızlı bir virüs taraması... derken kendimi görüyorum ekranda.
Yani, kendimi dediğim...
O anı dün gibi hatırlıyorum.
30 Ağustos 1977. Liseyi bitirmişiz. Melih, Atilla, Osman ve ben, Kemal’i, Serdar’ı ve İmam’ı bırakıp yurtdışına gidiyoruz. Ekip dağılmak üzere. Levent’te, dördümüz yan yana, salına salına bizim sokaktan aşağı doğru yürüyoruz. En büyüğümüz yirmi yaşında, filinta gibi gençler.
Kalbim sıkışır gibi oluyor bu video bandı görünce. Bu filmi kim çekmiş olabilir ki?
*
Derken genç bir adam geliyor ekrana, üstüne biraz büyük bir takım elbise, arkaya taranmış simsiyah saçlar, koltuğunun altında bir iki kitap, Cağaloğlu’ndan Sirkeci’ye doğru iniyor. Babam! Yirmili yaşlarda taş çatlasa... Dur bakayım, gülümseyerek dinlediği, gözlerinin içine baktığı o hafif kilolu adam. Açık kahverengi takım elbisesinin cebinden çıkardığı mendille terini siliyor... Dedem! Baba oğul trene doğru yürüyorlar herhalde.
Birden mavi bir ışık kaplıyor bilgisayar ekranını.
İngilizce olarak “Demo bitti” diyor.
“Mr. DEVRİM ‘Start’ düğmesini tıklarsanız mönüye girebilirsiniz. Bu bantta insanlığın ortaya çıktığı günden beri yaşayan bütün atalarınızın video görüntüsünü bulacaksınız.”
Yine ne reklamı bu Allah’ın belası?
İyi de, babamla dedemin filmini nereden bulmuşlar?
Ulan, ister misin !..
İster misin hakikaten CD’de başka dedelerimin de görüntüsü yer alsın!
Start’a basıyorum o heyecanla. Bir takvim geliyor ekrana.
“Bir tarih dönemi seçiniz” diye bir kutu, bir de yukarıdan aşağıya akan takvim. Bir kırık çömlek, Hitit Güneşi, derken İki Başlı Kartal ilişiyor gözüme, Rumeli Hisarı geçerken ‘17’ rakamını tıklıyorum. Öylesine...
Kapalı Çarşı’nın kapısını tanıyorum. Tahmin ediyorum daha doğrusu. Arkadan, kısaca boylu bir adam, elinden tuttuğu küçük bir çocuk. Adamın bol, gri pantolonu belindeki bordo kuşak tutuyor, başında sarık gibi bir şey; küçük çocuğun ayağında sürttüğü deri çarıklar çekiyor asıl dikkatimi. Çarşı’ya giriyorlar, bir iki esnafla, zanaatkarla selamlaşıyorlar, bir dükkanın önünde duruyorlar. Ne satılıyor, içeriyi seçemiyorum... Dedem mi bu yani? 15’inci yüzyılın ikinci yarısı. 17’inci kuşak dedem!... Muhammed Bin Murad Han yeni sarayına ancak taşınmış. Türkler ağır ağır İstanbul’a (adı İstanbul olacak kente) yerleşiyorlar. Dedem zanaatkâr mı, esnaf mı, dükkanda tezgahtar mı, bilmiyorum. Elinden tuttuğu, ciddî ciddî konuştuğu, torunu olmalı. O da15’inci kuşaktan dedem belki de. Yahut bir “büyük amcam”, kimbilir.
Derken zum yapıyor kamera. Dükkanın önüne alçak bir tabure atmış, önündeki küçük mangala kahve fincanını süren aynı yaşlı adamın yüzü. Yakın plan. Klavyenin “space” tuşuna basıp donduruyorum görüntüyü...
Bir anda gözgöze geliyorum dedemle.
Beş asır sonra...
Gözlerim doluyor.
Ekrana dokunmak ihtiyacı duyuyorum birden.
- Dede!
Devrimler’in bir çizgisini arıyorum bu ilk kez gördüğüm ama sanki bin senedir tanıdığım yüzde. İrice bir burun, kalem gibi kaşlar, büyük ağız... Bugün olmayan fırça gibi ama ak düşmüş bıyıklar...
O gözler, o gözleri tanıyorum.
Esc’e basıp çıkıyorum bu tarihten.
Bu sefer bir kum saati geliyor ekrana. Yanda bir sayaç, tarihler akıyor süratle...
- 13522
- 1546
- 676
- 232
0
54
203
354
524
892
1112
Tam bu anda tıklıyorum.
Fonda bir harita Anadolu’yu gösteriyor. Kamera Orta Anadolu’da bir yerlere doğru gidiyor. Yukarı Kızılırmak Bölgesi. Bir kervan ilerliyor bir yamaçta. Eşek sırtına tünemiş ufarak bir kadına doğru iniyoruz aşağıya. Başındaki beyaz tülbenti kulaklarının arkasına atılmış. Güneşe bakmaktan, rüzgardan kısılmış gözler, muzip bakıyor bana, birşeyler söylüyor sanki, “slow” düğmesine basıyorum biraz geri alıp, dudaklarını okumaya çalışıyorum.
“Yav-ruuum-oğ-luuum” diyor gibi geliyor.
Eject düğmesine basıp çıkarıyorum CD’yi...
Kimse görmesin diye arkamı dönüyorum, ağlıyorum...