Güncelleme Tarihi:
TUNCEL KURTİZ
Nebil Özgentürk / RAMİZ DAYI VE EBUSUUD EFENDİ’DEN ÖNCE TUNCEL ABİ
Hiç kuşku yok ki Ramiz Dayı karakterinde olağanüstüydü Tuncel Kurtiz.. Yine Muhteşem Yüzyıl’ın Ebusuud Efendisi’nde rolünün hakkını fazlasıyla yerine getiriyordu. Ama şahidiyim, çok tanık oldum, çok da şaştım ben de.. Beyoğlu’nda, Cihangir’de önünü kesen, fotoğraf çektirmek isteyip de “Nasılsın Ramiz Dayı” diyenlere bıyık altından gülerek kızıveriyor, ardından da, “Evladım benim adım Tuncel” deyiveriyordu. Tabii ki hoşuna gidiyordu Ezel’de oynamak, Muhteşem Yüzyıl’da milyonlara ulaşmak; bir rol daha, bir rol daha heybeye doldurmak. Ama ona göre her şey ve ömür, sadece ve sadece ‘dayı’lar ‘efendi’ler değildi ki .
Yarım asırlık sinema ve sahne serüveninden sonra, yani mucizevî başarıların ardından daha sakin bir hayat kurmak istediği bir dönemde (70’lerinde) giyiverdiği Ramiz Dayı ve Ebusuud Efendi kostümleri(!) Tuncel Kurtiz’i anlatmaya yetmezdi ki..
Aslında belki de şakayla karışık sitem ettiği neydi biliyor musunuz? Bıyıkları terlemeye başladığı günlerden itibaren emek verdiği, dağ tepe aştığı, Yılmaz Güney’le uzun, ince ve riskli zamanlar kat ettiği, turne turne dolaştığı tiyatro ve sinema zamanlarının anlaşılır ve hatırlanır olmamasıydı.
Tabii ki elmayla armudu karıştırmıyordu Tuncel Abi, popüler tercihlere nefret duyduğu falan da yoktu. Durum, pek çok iyi aktörün, pek çok iyi sahne adamının içine akıttığı kırgınlıklardan biriydi; hayatı sadece televizyon dizilerinden ibaret görme anlayışına sitemdi..
Oysa...Tuncel Abi, bir dünya aktörüydü.. Ve bu kadim toprakların asırlık meselelerini bir aktör maharetiyle evrensele aktarmış ‘oyun’la ‘oyunculuk’la soluk alıp veren Türkiyeli bir yıldızdı. Sinemanın da unutulmayacak sahici kahramanlarından... Evet, evet, Umut’taki Hasan’dı o.. Sürü’deki Hamo Ağa.. Ve tabii ki Gardiyan Ali, Gül Hasan, Şeyh Bedrettin, Deli Selim, Filistinli Hilmi, Savcı Ali Elverdi ve daha niceleri.. Her biri unutulmaz karakterler her biri filme hayat vermiş roller.. Ve sinemanın orta yerinde Yeşilçam’a eleştirisini de sakınmadan söyleyen biriydi. Bu sözler onundu mesela...”Şimdi nostaljik siyah beyaz sinema olarak görülen filmler nostaljik olarak beğeniliyor evet. Ama benim için çok acı bir dönemdir, Türkiye halkının aldatılması dönemidir. Bütün Amerikan filmleri taklit edilirdi, garip bir hassasiyet içerisinde başka bir aldatmacaydı o yılların Türk sineması.”
70’lerin başında Yeşilçam’dan da Türkiye’den de kaçması bu yüzden midir bilinmez ama bakın neler olmuştu Tuncel Kurtiz’in sanat serüveninde o kaçışın(!) ardından.. İngiliz sinemacı ve tiyatro yönetmeni Peter Brook’la Mahabharata’da sahne alır, 12 saatlik rekor bir oyundur ve İngilizce oynar rolünü mesela.. Sonraları pek çok filmde Arapça’dan, Flemenkçe’ye, Almanca’dan, İsveççe’ye çeşitli dillerde oynayarak şaşırtmaya devam eder örneğin.... Bir İsrail filmi olan Kuzunun Gülümseyişi filmindeki ‘Filistinli Derviş’ rolüyle Berlin Film Festivali’nde ‘En iyi oyuncu ödülü’ alan da odur. Çocukluğundan itibaren dizelerine tutkun olduğu Nazım Hikmet’in Şeyh Bedrettin’ini dünyanın pek çok kentinde İstanbul’un sahnesi olan her köşesinde saatlerce oynayan da Tuncel Kurtiz’dir..
Aslında tüm bu temsiller, roller; kaçışları, hasreti, şiir sevdası, İstanbul tutkusu, tutkun olduğu kentin iyice kirlendiğini görüp de Kaz Dağları’na kendini vurması ve adı Menend olan ve tam bir hayat yoldaşı olan eşine aşkı, öfkeleri, kavgaları, kırgınlıkları, ‘Gezi gençleri’ne ağabeyliği, dizi arkadaşlarına hocalığı, haksızlığa, siyasi alçaklıklara tepkisi ve buna paralel meydanlardaki samimi haykırışıdır ki onu hep sahici kılmıştır.. Hayallerini, hayatını, aşkını, düşüncelerini ve sanatını damarlarına kadar hissettiği içindir ki.
Bir güz sabahında kayıp gittiğinde bir yıldız misali. Anadolu’da bir köy mezarlığında onbinler samimiyetle uğurlamıştır O’nu. “Yaşadığım ne varsa sadece haklılıklarımdan bahsetmiyorum, yanlışlıklarımdan da bahsediyorum.. Hepsi benim… Onları yaşamasaydım bugünkü Tuncel Kurtiz olamazdım” diyen adamı..
İşte biz 2013’te, bu özelliklerde olan bir “dev aktör”ü , “Korkusuz bir dünyada sevgiyle yaşanabileceğine inanıyorum” diyen Tuncel Abi’yi kaybettik.
NAZMİYE DEMİREL
AYÇA ATİKOĞLU / Süleyman Bey, Nazmiye Hanım’da aferin koparmaya çalışırdı
Elinde dantelli mendili, geniş yakalı süslü tayyörleri, her daim kırmızı rujuyla görsel hafızamızın ebedi fonundadır Nazmiye Demirel. Siyaset sahnesinde yaklaşık 50 yıl kalan eşiyle birlikte hep kamuoyunun gözü önünde olmuş ama basından kibarca sıyrılmıştır. Nazmiye Hanım’ın suskunluğu, kocasının çemberinde temsili görev üstlenmiş bir kadın olarak kabul edildi. Oysa Kavaklıdere’ye yaklaştıkça durumun pek öyle olmadığı anlaşılıyor. Miting alanlarından helikoptere ya da otobüse dönen Süleyman Bey’in ilk işi Nazmiye Hanımı aramaktır. “Nazmiye kalabalık muhteşemdi” diye başlar anlatmaya, niyeti açıktır, karısından bir ‘aferin’ koparmak. Ama zor beğenen Hanımefendi genellikle “İyi, iyi” demekle yetinir.
Hanımefendinin not kıtlığı kadar ünlü bir başka özelliği de dobralığı; Süleyman Bey ya da çevresinde dolanan iş adamları böbürlenmeye yeltendiklerinde ‘lafı yapıştırması’ meclis muhabirlerini hâlâ gülümseten anılar arasında yer alıyor.
Kadınların aktif çalışma hayatında olmasını destekleyen, AP kadınlar kolundaki çalışmalarını da bu yönde yürüten Nazmiye Hanım, kocasının elini iyi günde de kötü günde de bırakmayan kadınlardandı...
12 Mart’tan sonra 12 Eylül’de de askeri darbeye muhatap olan kocasıyla Hamzakoy’a gitmekte kararlıdır, bavulları hazırlar. Demirel tedirgin, o sakindir; “Biz dönünceye kadar eve boya badana yaptırın” diye talimat verir yardımcılarına... Evden çıkarlarken bakar şakır şakır yağmur yağıyor, dönüp “Allah bile halimize ağlıyor” der.
Nazmiye Demirel’in hayatta en sevdiği şeylerden biri araba kullanmak, diğeri evidir. Eşi Cumhurbaşkanı seçilince Çankaya Köşkü’ne taşınmak istemeyen Nazmiye Hanım zamanın çoğunu okumakla geçirir. Gazeteleri de sabah eşinden önce okur ve Süleyman Demirel kahvaltıya indiğinde önüne altları çizilmiş, notlar alınmış şekilde koyar.
Nazmiye Demirel’i en iyi özetleyen cümleyi bence kardeşi Ali Şener söylemiştir: “Ablam seçicidir ama seçiciliği gönül sıcaklığındadır, malzemede değil.”
METİN SEREZLİ
NEVRA SEREZLİ / Hepimiz hayatımızdaki değerli insanları kaybediyoruz ama paylaşamamak beni yıkıyor
Metin’e aşık olma nedenlerimden biri güzel cümlelerle, şiirlerle konuşmasıydı. Çok romantikti. Doğum günlerimde, özel günlerde, özellikle de oyun prömiyerlerinde küçük notlar yazardı. Eğer makyaj masamda ondan gelen bir kart bulmadıysam, oyuna zor başlardım. Bense hiçbir şey yazamazdım. Boynuna sarılır, bir öpücük kondurur, “Sen bunları demişim farz et” derdim.
Metin yıllarca resim yaptı ama hiçbir zaman sergi açmayı düşünmedi. Beğenenlere hemen hediye ederdi. Bodrum’daki evimizin arkasındaki doğal taşları tek tek boyadı, üzerlerine minik minik Bodrum evleri çizdi. O taşlardan bir kent meydana geldi. Son yazında bile her akşam yaptı bu işi.
Bodrum aşığıydı. 18 senemiz geçti orada, her yaz 3-4 ay kaldık. İlk defa bu yaz Bodrum’a gitmedim. Çünkü son gittiğimizde “Herhalde seneye gelemem” demişti, o bana çok dokundu. Halbuki hiç kötümser konuşmazdı. İçine atardı belki ama dışarıya karşı bardağın dolu tarafından bakan bir insandı.
Hepimiz hayatımızdaki değerli insanları kaybediyoruz. Ama paylaşamamak beni yıkıyor. Yeni filmim başlıyor şimdi, Metin’le paylaşamadığıma çok üzülüyorum. “Aferin Nev” diyecekti, benimle iftihar edecekti. Bunların eksikliği zor geliyor. Vakit geçince yaralar sarılır fikrine hiç katılmıyorum. Tam tersi daha çok acı geliyor. Dank ediyor kafana: “O artık yok, yok, yok…” İlk günlerin şoku yerini duygusallığa bırakıyor.
SAVAŞ AY
COŞKUN ARAL / Yeni kuşak gazeteciler uzun bir süre Savaş Abi’lerine ihtiyaç duyacak
Savaş Ay benim 17 yaşında tanıştığım, mesleki alanda da özel yaşamımda da, yoldaşım, arkadaşım ve dostumdu. Haberciliğimizi farklı boyutlarda sürdürdük. Karakterlerimiz farklıydı. Ama benzerliklerimiz de vardı. Onda olan bende yoktu, bende olan onda yoktu. Ben karakterim gereği mücadele etmeyi bilmiyordum. O bana Türkiye’de yaşamak için gerekli mücadeleyi öğretti. Mesleki alanda birlikte ilklere imza attık. Özellikle ustalarımız Ergin Konuksever ve Gökşin Sipahioğlu’nun habercilikteki öğretileriyle, gerek yerel ve ulusal basında, gerek evrensel medyada ses getiren yüzlerce, binlerce röportaja imza attık. Ulaşılamayan yerlere ulaştık. Yapılamaz denilen öyküleri yaptık. Onun benden üstün tarafı olan cesaretiyle, imkânsız gibi görünen ortamlarda göz tanıklığımızı fotoğraf makinelerimizle kalıcılaştırdık.
Eksikliğini şu anda hissediyorum; çünkü yeni kuşak gazetecilerin uzun bir süre Savaş Abi’lerine ihtiyaç duyacağına eminim. Mütevazılığı, bilgeliğiyle, zaman sıralaması yapmadan haberciliğiyle unutulmayacak bir yoldaşımı kaybettim. Allah rahmet eylesin.
TURGUT ÖZAKMAN
MÜJDAT GEZEN / Atatürk’le ilgili bir çalışma yaptığımda daima Turgut Abi’ye sorardım
Turgut Abi’yle yakınlığımız 80’li yılların başına rastlıyor. Tiyatro Yazarlığı Derneği yönetim kurulunda birlikte çalıştık. Dostluğumuz giderek pekişti. Ben Atatürk’le ilgili bir çalışma yaptığımda daima telefon açar, Turgut Abi’ye sorardım. Onun bu konudaki birikimi, sadece “Şu Çılgın Türkler”le sınırlı değildi. Mustafa Kemal konusunda geniş bir bilgisi vardı. Bir gün bir oyun yazıyordum. Ben İstanbul’dayım, o Ankara’da. Telefon açtım, yazdığım bir bölümü okudum, “Sakın yazma, bu bilgi yanlış” dedi. Tabii ki ona inandım, güvendim; ama çeşitli kaynaklardan da baktım, Turgut Abi haklıydı. Beni büyük bir hatadan döndürdü. Atatürk’le ilgili bir film senaryosu yazmıştı, telefon açtı, “Oynar mısın?” diye sordu. Küçük bir rolde, konuk sanatçı olarak oynadım. En son telefon konuşmamızda evdeydi ve evden çıkmıyordu artık. Kısa bir süre sonra da aramızdan ayrıldı. Turgut Özakman, Atatürk’le, Cumhuriyet’le ilgili yazdıklarının dışında, Türk tiyatrosunun çok önemli temel taşlarından biridir. Türk tiyatrosuna çok önemli oyunlar kazandırmıştır. Onu hep saygıyla ve sevgiyle anacağız.
BURHAN DOĞANÇAY
LEVENT ÇALIKOĞLU / Duvarların dili ondan sorulurdu
Kent kültürünün duvarlara yansıyan görsel alfabesini çözümleyebilmiş az sayıdaki sanatçıdan biriydi Burhan Doğançay. Bir kent gezgini olarak neredeyse yarım yüzyıl boyunca dünyanın farklı şehirlerindeki duvarların röntgenini çekti, anatomisini çıkardı. Afişlerden sloganlara, cinsel içerikli mesajlardan ciddi gazete kupürlerine kadar zamanın her türlü müdahalesine açık bu yüzeylerde, bireylere ait alternatif tarihin izini sürdü.
Bu duvarlar, sloganların çarpıştığı politik bir karşılaşma sahası, aşıkların içini döktüğü mahrem bir yüzey, sinema afişlerinin tabakalaştığı bir fresk veya şiddetin, erotizmin ve yalnızlığın her türlü sembolüyle yüklü karışık bir sosyal ağın varlığına işaret ediyordu onun için. Gayri resmi olanla baskın politik gücün kimi zaman absürd bir dille birbirine savaş açtığı bu yüzeyler, her türlü hiyerarşinin yıkıldığı, kontrol edilemez bir iletişim dünyasının da taşıyıcısıydı Burhan Doğançay için.
Yazma, karalama, sorumsuzca ve gönlünce takılma, sistemin dönüşümü için mücadele etme, gerçekliği manipüle etme, ötekini tavlama, iktidarın görünmeyen kollarını ifşa etme gibi sonsuz bir işlerliğin mekanı olarak duvarları bir antropolog edasıyla inceledi ve onlardan yeni gerçeklikler kurguladı.
LEYLA ERBİL
AYFER TUNÇ / O, söylenmesi yürek isteyeni edebiyatıyla yazmış bir cesarettir
Karanlığa batmış ruhumuzun tam ortasında duran, gövdesine sarılıp el yordamıyla aradığımız doğrunun izlerini kabuğunda okuyabileceğimiz devasa bir ağaçtır. Hallaç pamuğu gibi attığı, atarken müthiş bir sıraya koyduğu kelimelerden yaptığı; sinsiliğe, eşitsizliğe, yıkıcılığa, insanı kirleten ve uyuşturan her şeye başkaldıran bir öfkenin dilidir. Yüzyıllardan bize kalan hayal kırıklığının, dinmek bilmeyen toplumsal acının, ardı arkası kesilmeyen kıyımların günümüze gür sesli bir tercümesidir.
Annelerin elini kolunu bağlayan kutsallık halesini yerle bir eden, anneyi insan ve kadın olarak yeniden tarif eden ve müşfik olmayan bir annedir; çünkü müşfik olmak yerine göre bir tuzak olabilir. Söylenmesi yürek isteyeni edebiyatıyla yazmış, yazmakla kalmayıp arkasında durmuş, sözüyle de pekiştirmiş bir cesarettir. Damladığı anda sahte ilişkileri eriten, üstündeki süsü yok ederek kavruk ve bozuk iskeleti ortaya çıkartan formülü eşsiz bir asittir.
Türkiye’nin kültürel anlamda en canlı yıllarının, siyasal anlamda en kirli zamanlarının sözünü sakınmamış tanığıdır. Zihnin içinde çırpındıkça düşünceyi havalandıran, bir araya gelemeyen hecelerden kelimeler, kelimelerden müthiş öyküler ören tekinsiz bir zihin kuşudur. Romanın karanlık tarafıdır. Cücenin, sinsinin, paşanın karısının, yalancının, ikiyüzlünün, despotun, haysiyetsizin, aynı zamanda devrimcinin, umutlunun, direnenin bilinçdışıdır.
Müthiş bir cümledir: “Annem ellerini ne vakit reddetti hiçbirimiz anımsamıyoruz.”
MACİDE TANIR
NEDİM SABAN / Yaptığımızı anlayan bir kişi vardır mutlaka derdi
Özel insandın. Çeyrek asırlık dostluğumuz boyunca, aramızdaki yaş ve kıdem farkına rağmen bana hep Nedim Bey dedin, ben arada sırada işi şımarıklığa vurup, “Macide’m” desem de sana, hep sizi, bizi korumaya çalıştım. Şimdi, müsaadenle sen diyorum, çünkü aramızdaki mesafe ölümle yaşam arasındaki mesafe kadar kısaldı.
Hep içimdesin Macide’m… Seni anmak için oynadığımız Müziksiz Evin Konukları’nda sadece sahnede değil, kulistesin, provadasın, turnedesin…
“Anlayan bir kişi vardır mutlaka” diyordun ya, niye gelmiyor diye gülüşüyorduk hani… Sen gittikten sonra geldi o, biliyor musun? 2013 çok sevdiğimiz kişileri aldı bizden belki ama yeni dostlar da kazandırdı.
O kişi, Emek Sineması’nın, Atatürk Kültür Merkezi’nin kapısında dolaşmış durmuş, en son Gezi Parkı’nda bir ağacı sularken görülmüş. İyi ki her oyunumuzu onun bir gün izleyeceğini düşünerek oynamışız.
İstanbul’a indiğin gün, oynayacağın babaannenin gözlüğünden, peruğundan, bastonundan söz etmiştin. İtiraf edeyim, “Ne takıntılı kadın, sanki rolü oynadı da iş peruğa kaldı” diye düşünmüştüm. Beni perukçuya sürüklediğinde adamın seninle hiç ilgilenmeyip benim kelime merhem sürmeye çalışması pek komik olmuştu… Sonra babaannenin bastonunu bulduk, evde sabahlara kadar yürüyüş provaları yaptın. Görmedim sanma, kocaman gölgen yansıyordu pencerenden…
Hayat dersi verdin bize… Hem de tek kişi olarak! Oynadığın onlarca karakterle binlerce kişi olarak yaşadın. İyi ki senden öncekiler de, sonrakiler de inanmış tek kişilerin önemine!
MÜSLÜM GÜRSES
EZEL AKAY / İnsanın okuldan değil hayattan aldığı eğitimin simgesiydi
Müslüm Gürses insanın okuldan değil hayattan aldığı eğitimin simgesiydi... Onunla film döneminde tanışmıştık. Kitlelere hitap eden bir sanatçı olmasına rağmen kendine dönük ve içine kapalı yaşaması bana çok ilginç gelmişti. Onun tarzı dışında bir iş yapmaya çalıştığınızda başlarda o iş olmayacak gibi görünürdü. Sonra o işi yalayıp yutardı... Beklediğinizden farklı ve kendi tarzında bir iş ortaya çıkarırdı. Bu da bana çok şaşırtıcı gelirdi.
ADNAN ŞENSES
FERDİ TAYFUR / Yanık sesiyle bizim idolümüzdü
Müslüm Gürses ve ben mahalle arkadaşıyız. Adnan Şenses de aynı mahallede otururdu. Adnan Ağabey gelince yer yerinden oynardı. O bizim idolümüzdü. Yazın Tekir yaylasına çıkardık. Orada ilk kez yanık sesini duydum, güzel gözlerine baktım. Çok iyi bir insandı, sanatçılığı bir yana, sahnesinde, filmlerinde birçok insanın da elinden tuttu. İnşallah kendisi cennette peygamberimizle komşu olur.
SELAMİ ŞAHİN
Adnan Şenses’le 1968 yılında tanıştık. Dile kolay, 45 senelik bir dostluk bizimki. O zamanlar Unkapanı yoktu. Sirkeci Doğubank İşhanı’nda plakçılık yapıyorduk. Haftanın iki üç günü buluşur, ortak dostumuz Tanju Okan’la birlikte Yeniköy, Tarabya ve Emirgan’a giderdik. Anılarımız, resimlerimiz çok.
Adnan Şenses, 15’ten fazla eserimi okumuştur. Bunların arasında İsyan Ederim, Senin Olmaya Geldim, Dokunmayın Bana gibi parçalar var. En son albümde de Hayatından Çıktım Artık’ı okudu. Biz çok samimi iki dosttuk. Bir araya geldiğimizde hemen eski günlere dönerdik. Adnan Şenses, bu yola kimsenin taklidini yapmadan çıktı. Taklitler aslını yaşatır. Kendine has yorumuyla, sahnesiyle, başka bir insan, başka bir müzik adamıydı. Yeri asla dolmaz.
MEHMET ALİ BİRAND
CAN DÜNDAR / Birand’ın hayatı, iyi yaşanmış bir başarı öyküsüdür
32.Gün Türkiye’yi kasıp kavuran, televizyon tarihinde bir dönüm noktasıdır. Aynı zamanda bir okuldu ve birçok önemli gazetecinin yetişmesine neden oldu. Her meslekte olduğu gibi bizim mesleğimizde de biraz yukarı çıkanı aşağıya çekmek vardır. Birand ise rekabeti sevmesine karşın kendi rakiplerini yetiştirecek ve önlerini açacak kadar olgun bir insandı.
Onunla 8 yıla yakın birlikte çalıştık. Sonrasında da usta–çırak ilişkimiz ve dostluğumuz sürdü. Ne zaman başım sıkışsa, ne zaman ona ihtiyacım olsa hep yanımda oldu, destek verdi.
Birand ile çalıştığımız yıllarda hiç yıldığını görmedim. “Bulamadım, yapamadım” sözüne tahammülü yoktu. Çalışmadan, üretmeden geçirdiği bir saati yoktu.
Birand, Tanrı’nın sevip cömert davrandığı kullarından biriydi. Hep istediği gibi yaşadı.
Birand’ın hayatı, iyi yaşanmış bir başarı öyküsüdür. Sadece kişisel olarak yaptıklarıyla değil, yetiştirdikleriyle, önünü açtıklarıyla, yarına taşıdıklarıyla da bir çığır açtı.
GÜZİN DİNO
Arzu Çakır Morin / La Grande Damme!
O yalnızca, İstanbul’da varlıklı bir ailede 1910 yılında başlayan, babasına rağmen evlendiği eşi Abidin
Dino ile Adana sürgünlerinde ve Fransız sanatoryumlarında devam eden mücadele dolu bir hayatı değil, Türk siyasetinin, Türk edebiyatının da 100 yılını paylaştığım Güzin Dino’ydu.
Bir edebiyatçı ve bir Türk kadını olarak pek çok ilke imza atan Güzin Dino, Türklerin hafızasında ‘Abidin’in eşi’, Fransızlar’ın hafızasında ‘Türk Edebiyatı’nın büyük kadını/La Grande Damme’ diye yer etti. Ama Güzin Dino benim için tüm bunların ötesinde bir anlam taşıdı. Ölmeden bir yıl öncesine kadar ince çorabı, broşu, beresiyle özenle giyinen, elindeki sepetiyle kendi alışverişini kendisi yapan bir kadındı. Ömrünün sonuna kadar Türkiye’de olup bitenleri titizlikle izledi. Son dönemlerinde dışarı çok nadir çıkıyordu ancak o kadar çok insan onu ziyarete geliyordu ki, hiç yalnızlık çekmiyordu. Güzin Dino’nun paspasına ayaklarını silen herkes, sadece bir eve değil sihirli bir dünyaya konuk olacağını bilerek bekliyordu kapının önünde. O da dünyasına büyük bir reveransla davet ediyordu herkesi.
En sevdiği pastacıdan onun sevdiği pastaları alacağımı bildiği için özel çaydanlığıyla demlediği mis kokulu çayı ile beklerdi beni. Çay keyfimize Abidin Dino, Orhan Veli, Azra Erhat, Nazım Hikmetli anılar eşlik eder, ben çay kokusuna karışan anılar içinde ‘Türkiye’nin son 50 yılı” adlı ağır bir romana dalar gibi ‘gönüllü’ dalardım Güzin’in anılarına. Abidin’in en sevdiği tabloları astığı pırıl pırıl eve sinen Güzin’in kokusuna, bitki çayı kokuları eşliğinde dinlerdim onun ‘sephia renkli’ anılarını. Bir ara durur, “Cildinize dikkat ediyor musunuz, ne krem kullanıyorsunuz kuzum ?” deyip, ayağa kalkarak 50 yıllık eczacısının yaptığı özel karışım cilt kremini gösterirdi… ‘Bitmesin’ istediğim sohbetlerimizin birinde “Bugün akşam kalın lütfen, yemek hazırlayayım size. Çok da güzel bir şarabım var” deyişini ve özenli kadehleriyle paylaştığımız akşam yemeğini hatırlıyorum. Dokuzuncu katta güneş Abidin’in tablolarının üzerine batarken, bunu daha sık yapmamış olmanın ağır pişmanlığı ile yüreğimin daralışını da...
103 yaşında aynaya bakan bir kadındı Güzin. Ateş gibi parlayan gözlerinde, söylediklerimizi duyamamanın derin üzüntüsü okunuyordu. “Duyamıyor ama görüyor!” diye düşündüm... Bir kağıt kalem imdadıma yetişti: ‘Seni çok özledim’... Okudu ve hemen titreyen elleriyle “Ben de” yazdı. Dizinin dibine oturdum, ellerini sıktım. Son görüşümdü onu. Yeniden gelmeye söz vererek ayrıldım. Ama haberler kötüydü, yeniden düşmüştü. Hastanedeydi, bu sefer ziyarete izin yoktu. Bitmesini istemediğim bu tutkulu romanın sonuna yaklaştığımı hissediyordum. 31 Mayıs’ta gözlerini yumdu. Cenazesine gittiğimde sadece bir yaprak dökümü değil, yüreğimde, gölgesinde yüzlerce insana huzur veren dev bir çınarın köklerini gürültüyle sökerek devrilişinin acısını hissettim.
FERDİ ÖZBEĞEN
Fedon / Beyaz piyanonu ziyaret ediyorum ama...
28 Ocak’ta aramızdan ayrılalı bir yıl olacak. 15 yıllık abi-kardeş, baba-oğul, iki sanatçı, iki muzip dedikoducu olarak yaşadığım sevgili Ferdi’yi çok ama çok arıyorum. Klasik olacak ama benim için sahiden ölmedi o. Her sahneye çıktığım gün repertuarımdaki üç şarkısını, Kandil- O günler ve Gülmek İçin Yaratılmış’ı burnum sızlayarak okuyorum ve onu yaşıyorum. Canım ağabeyim, güzel adam, büyük sanatçı, ben nefes aldığım sürece sen benimle yaşayacaksın. Seni çok arıyorum. Arada beyaz piyanonu ziyaret edip sohbet ediyoruz. Ama bana yetmiyor. Sahnen bol ışıklı, mekanın cennet olsun. Görüşmek üzere. Huysuz ihtiyar Fedon...