Güncelleme Tarihi:
En baştan başlayalım, projeye nasıl dahil oldunuz?
- Yiğit Sertdemir aradı. 2009’da Şehir Tiyatrosu’na genel sanat yönetmeni olduğumda ben onu arayıp, 2010 Dünya Kültür Başkenti için proje istemiştim. “Ne yapmak istersin” diye sormuştum ona. Yiğit de beni aradığında çok şeker bir ifadeyle şöyle dedi: “Şimdi ben size soruyorum, ne yapmak istersiniz?” Kumbaracı50’nin 6 Üstü Oyun projesinden bahsedip, içinde yer alır mısın, diye sordu. Hemen refleks olarak şöyle dedim: “Yönetmenlik yapmam!”
Yıllarca oyun yönettiniz tabii. Oyuncu tarafınız ilgi bekliyor olmalı...
- Tabii, oyunculuğu o kadar ihmal etmiş durumdayım ki... Yiğit de “Ben de zaten yönetmenlik yapmanızı istemiyorum” dedi. Ben tabii sevinç içindeyim! Oyunlar yazılıyormuş. İçime sinen hangisiyse onu oynamak istediğimi söylemişim. Bir oyun şu an provada, dedi Yiğit. Sumru’nun (Yavrucuk) oyunundan söz ediyor. Sonra “Size bir mail attım” diye aradı. Civan Canova, metni geç bitireceğini söylemesine rağmen, en erken yazan olmuş. Yiğit bir haftada yanıt istedi. O konuşurken çoktan açıp okumaya başlamıştım. 20 dakika sonra “Memnuniyetle, cevabım memnuniyetledir sana” dedim.
Neydi sizi tavlayan?
- Birincisi, çok renkli bir kadın ve kendimden çok uzaklaşabileceğim bir rol. Ve her oyunda bir cümle beni çok kötü yakalar. Yönetmen veya oyuncu olayım hiç fark etmez. Bu oyundaki cümle de şu oldu: “O yitik kuşağın kadınları, çiçek çocuklarına hamile kalmadan önce.” Daha bir sürü cümle var ama en çok bu dokundu. Gerçekten derin bir yitik kuşak doğurdu İkinci Dünya Savaşı. O kuşaktan arta kalanların yetiştirdiği çocuklar “Barış!” diye haykırdılar.
HER ŞEY BİR KİBRİTE BAKAR
Sezai Karakoç, ‘Ötesini Söylemeyeceğim’ şiirinde Afrikalı bir kız çocuğu ve onun ailesi üzerinden, yitik kuşaklardaki bilinçsizliğin mutlak olmadığını, onların doğurduğu neslin isyan yumruğunu kaldıracağını söyler. Sözünü ettiğiniz cümle şiirin sözünü destekliyor. Siz katılır mısınız buna? Ve gelecek nesle dair umutlu musunuz?
- Evet, aynı şeyi söylüyor ikisi de. Çünkü içinden geçtiğimiz süreç bizi olmazsa olmaz biçimde değiştiriyor, dönüştürüyor. Hangi sürecin içinden geçersek geçelim, ya aşırılıklarımız ya da hassasiyetlerimiz törpüleniyor. Aynı zamanda farklı hassasiyetler, farklı aşırılıklar gündeme getiriyor. Özetle bizler değişip, dönüşüyoruz. Bu, önümüzdeki kuşaklarda muhakkak farklı sonuçlar doğuracak. Asla böyle devam etmeyecek. Buna sonuna kadar inanıyorum. Çünkü her zorlu dönem bambaşka bir adım doğurur. Sıkışan kimlik, var oluşunun peşine düşer. Yani, İkinci Dünya Savaşı’nın doğurduğu sonuç buydu. Bütün dünya savaşları farkındalıkların artmasına yol açtı. Dünyanın bugün içinden geçtiği süreç de çok zorlu bir dönem. Hatta ileride şöyle yorumlar yapılabilir: “İleride bir gün, Üçüncü Dünya Savaşı o kadar alttan alta işliyordu ki, içinde yaşayanlar anlayamadılar.”
Oyunda ya deli ya da gerçekten de söylediği gibi Eva Braun olduğuna inanabileceğimiz bir kadın var. Führer olduğunu söylediği bir kemik yığınıyla yaşıyor. İddiası ise Führer yine ayağa kalkıp da eski gücüne bir erişirse, dünyayı avucunun içine yeniden alabilir. Sizce bugün Üçüncü Dünya Savaşı’nı doğuracak şartlar çoktan olgunlaşmış da iş birinin kibriti çakmasına mı kalmış?
- Tabii! Bir delinin kibrit çakmasına bakar. O kadar gerilmiş durumda ki her şey. Daha bugün buluşmaya gelirken bir haber okudum. ‘Pasifik’te gerilim artıyor” diye. Kuzey Kore, Japonya, Çin, Amerika ve Güney Kore... Oralarda da gerilimler giderek artmakta. Bunları okurken sırtım ürperiyor. Adam gitti füze atışı denemesi yaptı işte. O füze, birtakım hava sahalarından geçerek, bir yere düştü. İş oradaki çılgın diktatörün, füzeyi denize değil de bir başka yere atmasına bakar. Dünya her an bir uçurumdan aşağı yuvarlanabilir. Böyle bir dönemin içinden geçerken, tehlikeyi bugünden geçmişe uzanarak anlatan bir oyun metniyle karşılaştığınızda heyecanlanmamak mümkün mü? Öyle bir öykü anlatılıyor ki, insanlık tarihini bir daha gözden geçiriyorsunuz.
ŞİMDİKİ ‘FÜHRER’LER DEMOKRASİYLE SEÇİLİYOR
Oyunda sözü geçen toplama kampları veya Kızılderili soykırımı yüzleşilmiş mevzular. Çok yazılıp, tartışıldılar. Fakat Türkiye halen yakın geçmişinde adına ‘katliam’ mı, yoksa ‘olay’ mı diyeceğine karar veremediği gerçeklerle yüzleşememiş durumda. Oyun buna dair ne söylüyor?
- Bence çok net bir sözü var. Kadın kuyruk sıkışıp da saçma sapan bir noktaya gelindiğinde, ‘Ben bu angarya meseleyi bir paspasçı Türk’e sorayım. En azından kulaktan dolma bilgisi vardır, olmadı amcasına sorar’ diyor. Bu cümle metnin bu konudaki sözünü özetliyor. Bir de tabii hiç bitmeyen nasyonalite kavgası var. Örneğin, oyunda bahsi geçen paspasçı Türk, “Ben Türk değilim” deyince, kadın “Bal gibi de Türksün işte!” diyor. Yani ne fark eder ki? Tüm bunların ötesinde, ‘insan’ olmanın peşine düşülmesi gereken bir yüzyıldan geçilirken, hâlâ daha Orta Çağı özlercesine adımlar atılıyor. Bu, çok vahim.
Oyunda ‘günümüz Führer’leri’ diye bir ifade var. Kimdir onlar? Nereden tanırız? Ne yapar, neyle beslenirler?
- Ohoo, o kadar çok Führer var ki... Onları ‘ben’ dedikleri dünyaları, kendilerinden öte hiçbir şeyi var kabul etmiyor oluşları, her an artlarından bir sürü insanı mutsuzluğa sürükleyebilecek keskin patlamaları, hiç düşünmeden yaşayabilme kapasiteleri ve hükmetme biçimlerinden rahatlıkla tanıyabiliriz. Hitler’e benzer özellikler taşıyan bir sürü Führer yeryüzüne yayılmış durumda. Dünyada geziniyorlar. Demokratik biçimde ülkenin başbakanı oluyorlar. Ama edimlerine dönüp baktığımız zaman, görüyoruz ki onlar aslında birer Führer. “Dediğim dedik, çaldığım düdük” lafına bayılırım. Onlar, idare biçiminin adı ne olursa olsun, dediğim dedik diyorlar. Ve tek bir doğruları var, o da kendilerininki. Başka bir doğruyla yüzleşmekten hoşlanmıyorlar...
Çok zormuş!
14 yıl sonra sahneye çıkmak dehşet bir şeydi! Çok zor. Çünkü en son ‘Geyikler Lanetler’de Cudana’yı oynadım. Ondan sonra hep oyun yönettim. O zamana kadar sezon içinde bir oyun yönetip, diğerinde de oynuyordum. Ama “Yönetmen açığı çok büyük, Ayşenil. Seni iki oyunda çalışırken göreceksek, ikisini de yönetsen bu tiyatro için çok önemli olur” gibi cümleler gelmeye başladı. Sonra da yaptırıma dönüştü. Televizyon ve sinemada yaptığım işler hem biraz tatmin olmamı hem de hayatımı sürdürmemi sağlıyordu. Dolayısıyla Yiğit’i hep şükranla hatırlayacağım. Üstelik şu ana kadar sadece bir kere iki kişilik oyunda oynadım. Tek kişilik oyun tecrübem yok. Çok riskli. Çünkü paslaşmadır tiyatro. O pası atar, sen karşılarsın. Sen atarsın, ötekinden geri döner. Tek kişilik oyunda pası atan da, karşılayan da ben. Oyunu devamlı yükseltmek ve doğru taşımakla yükümlüyüm.
Hazırlanmam iki saat sürüyor
Öğlen saat 15.00’te burada oluyorum. Sonra yavaş yavaş kılıçlarımı kuşanmaya başlıyorum. O saçları, makyajı falan yapmak iki saat zaman gerekiyor. Ben bir gayret tiftik ediyorum saçları. Millet peruk zannediyormuş! Aralarına aklar atıyorum falan. Saçlar cadı gibi kalsın diye bayağı spreyliyorum. Sonra üzerlerinde kir, pas ve toz yazan üç kavanozum var. Onları bir tülbente koyup karıştırdıktan sonra, tülbentten süzülenleri vura vura saçıma, boynuma, kısacası belime kadar sürünüyorum. Dişlere nikotin ojesi sürülüyor. Aman Allah, o kurusun diye ağzım açık bayağı bir bekliyorum. Oyun sırasında çok mu pis kokuyorum diye düşünüyorum bazen. Bütün o malzemelerden çıkan bir koku var. Hareket ettikçe önde oturanların burnunu düşüreceğim diye korkuyorum. Çünkü kumaşla o boyalar birleşince kokan bir koku var. İnsanlar ne bilecekler, kadın terledi pis kokuyor zannedecekler. Oyundan sonra da iyice sarıp sarmalanıp eve gidip, önce sıcak suyun altında dakikalarca üst katmanları akıtıyorum. Sonra köpüklene köpüklene yıkanıyorum ama tam geçmiyor. Bu kadar eziyetten sonra insan kendini nasıl mutlu hissediyor, sormayın valla. Mazoşist bir yan da var yani oyunculukta.