Güncelleme Tarihi:
Farklı siyasi görüşlerden 99 kişi, o sabah yaşadığı çarpıcı hikayeleri bu kitapta anlattı. Kimi hapislerde yatıp işkence gören, kiminin önünde arkadaşları kurşuna dizilen, kimi de dünyadan bihaber, elinde çikolatayla babasının eve gelmesini bekleyen ama babalarına hiç kavuşamayan bebekler...
12 Eylül ömür boyu babasının gittiği yaşta kalacak çocuklar bıraktı
DİDEM GÖRKAY (25) YAZAR
12 Eylül sabahı henüz dünyaya gelmemiştim ama en az o sabah kadar korkunç bir günü, babamın götürülüşünü yaşamıştım 80’li yılların ortalarında. 12 Eylül sabahı babamın kanlar içinde bir durakta bulunması, uzun, sancılı bir sorgu aşamasından geçtikten sonra bozulan psikolojisi, yaşadıkları ve sonra ortadan kayboluşu... 12 Eylül, birçok insan gibi beni de etkiledi, her gün yaralarıma bir diğeri eklendi. 12 Eylül yüzünden, hayatın zorlukları karşısında oradan oraya savrulup durdum ve tutunacağım bir babam hiç olmadı. Bu yazıyı babaları ellerinden acımasızca alınan 12 Eylül’ün bütün hüzünlü çocukları adına yazdım:
“Kapı gıcırtıyla kapandı. Gittin işte. Gitmek değildi aslında, götürülüyordun, bir insana yakışmayacak hakaretler ve sözler eşliğinde. Bana sarılmak istediğinde buna izin bile verilmemiş, beni kucaklamak için açtığın kollarına acımasızca vurulmuştu.
Arkandan çabuk dönmen için su döken yoktu. Rüyasız bir uykudan uyanmış gibi hüzünlü gözlerle bakıyordum ardından, boyumun yetmediği pencereden. O günün, ömür boyu bir iç yarası olarak kalbimin en derininde kalacağını nereden bilebilirdim ki. Pencerelerin önüne ekmek koyarak alıştırdığın güvercinler fark etti yokluğunu önce, gelmez oldular. Senden sonra bütün düşlerimi bir sandık odasına kaldırdım. Babasının prenses kızı olarak büyüyen arkadaşlarımın içinde yalnızlığımı çoğaltarak geçiriyordum günlerimi. Hiçbir karne gününde yanımda değildin, karşıdan karşıya geçerken hep bir elim boşlukta kalıyordu. Senin yokluğunun açtığı hiçbir yara kapanmadı. Ne zaman bir çocuk parkında, bir babanın kızına sarıldığını görsem içimdeki kapanmaz yara biraz daha kanıyor, biraz daha derinleşiyor. 12 Eylül arkasında hiç unutulmayacak acılar bıraktı, bir de ömür boyu babasının gittiği yaşta kalacak küçük kızlar...”
10 yılımın dokuzu farklı hapishanelerde geçti
HALİL İBRAHİM ÖZCAN (52) YAZAR
12 Eylül ardından aranmaya başladım. Öğretmenlik yaptığım okuldan bir teneffüs sonrası ayrılırken dönüp ardıma baktığımda sanki öğrencilerim olanları sezmiş gibi hepsi cama burnunu dayamış bana el sallıyordu. İçim burkulmuş, gözlerim dolmuştu. Kimselere haber vermeden Suriye, ardından da Lübnan’a kadar yolumu düşürmüştüm. Filistin kampları ve oralarda sert rüzgara tuttuğum yüzüm... Ailem her gün televizyonlarda öldürülen isimler arasında adımı arayarak aylarını geçirmişti, ta ki yedi ay sonra benim yaşadığımdan haberdar oluncaya kadar. Ülkeye girip tekrar dışarı gidecektim ki, çift çembere düşüp kaldım. Yıllar süren yargılanmalardan sonra önce idam cezası almış, sonra da bu ceza müebbede çevrilmişti. 10 yılımın dokuzu ayrı cezaevlerinde geçti. 1991 yılında şartlı tahliye olarak dışarıdaki hayata yeniden karışmıştım. Çekmecesinde, kilitli anılarla bozulan bir tarihte, özenle sakladığım gecelerden biriydi o gece.
“Oh be canım kurtuldu” diyen çoğunluktandım
MUSTAFA TUĞRUL AKIN (55) EMEKLİ ALBAY
12 Eylül 1980 sabahı Ankara’daydım. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ni yeni bitirmiştim. O sabah, “Oh be Allah’a şükür canım da kurtuldu vatan da” diyen çoğunluktaydım. Özgürce elimdeki gazetenin adını saklamadan, sokak zorbalarınca “Sen faşist misin, komünist misin?” sorgulamasına uğramadan derin bir nefes alabilecektim. Fakülteye girmeden, girdikten sonra üstüm aranıyordu. Tuvalete girmek için bile polisten izin istiyorduk. Yemekhanede sadece kaşıkla yemek yiyordum. Kavga çıkarsa kan dökülmesin diye çatal bıçak verilmediği için... Demokratım, Atatürkçüyüm diyen bizim gibi gençler ‘Ot takımı’ diye horlanıyorduk. ‘Çırpınırdı Karadeniz’i söyleyene faşist, ‘Aldırma Gönül’ü söyleyene komünist damgası vurulmuştu. Kelimeler de bölünmeden nasibini almış; imkân sağcı, olanak solcu olmuştu. Savunuyorum, çünkü bugün 12 Eylül’ü yaşayan 50 yaş ve üstüne bir halk oylaması yaptırılsa “Gerekliydi” sonucunun çıkacağına inanıyorum.
Annem işkenceye sandı meğer konsere çağrılmışım
SÜLEYMAN ERGÜNER (52) NEYZEN
Az önce faşist miyim, komünist miyim diye beni sorgulayanlar, bu kez, bir adama insafsızca vuruyorlardı. “İmdat” diye bağıran adamın üstüne mermi yağdırdıklarını, ardından dörtnala koştuklarını, şok vaziyette algılayabildim. Az önce ben de aynı akıbete uğrayabilirdim...
Şehremini Lisesi’nde arkadaşım olan, futbol ve Beşiktaş’tan başka bir şey düşünemeyen arkadaşım Gürkan, Akmescit’in de bu şekilde evinin önünde öldürülmesi ailesini ve beni mahvetti.
12 Eylül sabahı ekmek almaya çıkmıştım. “Gir evine, ihtilal oldu, ihtilal. Sokağa çıkmak yasak” diye bağırdı. Askere sarılmak istedim, “Hele şükür be kardeşim, kan gövdeyi götürüyordu” dedim.
Bir hafta sonra kapım çaldı. Beni soruyorlardı. Biri mi iftira attı acaba diye düşündüm. O sırada annem, “Oğlum ne oluyor” diye sordu. Kapıya gelince askerleri görünce tansiyonu tavan yaptı. Karşımdaki subay, “Neyinizi alın, orduevine gideceğiz” dedi. Ama annemi teskin edene aşk olsun. “Komutanım, oğlum bir şey yapmadı ki!” “Tamam anne, bir şey yok, galiba komutanlara ney çalacağım” diyerek sakinleştirdim.
Asker selamı vererek hazır ol vaziyette sahneye çıktık, selamlarımız kabul görünce yerimize oturarak musiki faslına başladık. Org. Kenan Evren ve konsey üyeleri, konserin başında yaptığım ney taksimini can kulağıyla dinliyorlardı.
12 Eylül sabahı akan kan durmuştu. Bunun insani yönden çok önemi var. Fakat, takip eden günlerde işin şekli değişti. İdamları ve işkenceleri duymaya başladık, basın sansürü nedeniyle ne olup bittiğini bilemiyorduk. 1980 darbesini yapanlar, amaçlarının akan kanı durdurabilmek olduğunu söylüyorlardı. Ancak, sonrasında yapılan idamlar, işkenceler, beni ve herkesi çok üzdü.
Babamın yokluğuna oyunlarla alıştırdılar
YURDAGÜL YURTSEVEN (33) TİYARO ELEŞTİRMENİ
Meçhul bir arabanın içinden çıkan malum kişiler tarafından, babamın gözlerine bağlanan bir bantla götürüleceğinden habersizce, çocuksuz düşlerine hazırlanan bir bebek gibi mışıl mışıl uyuyordum... Sürekli aranan bir ev... Evdeki en büyük silah kitaplardı, onlar da korkudan yakılmış. Ve o arama esnasında annemin kucağındaki sürekli ağlayışlarım. Her gün iş dönüşü elinde çikolatayla gelen bir babanın yokluğu... Oyunlarla yokluğa alıştırılmaya çalışmak. Aile dostlarının, akrabaların artık size misafir olmak istemeyişi... Darbenin yarattığı açlık, parasızlık, yalnızlık...
İlkokuldayken derginin birinde Kenan Evren’in resmi vardı. Ben de ispirtolu kalemlerle kadın kılığına soktum onu. Sarı saç ve kırmızı bir dudak yapmıştım. Alnının üzerine de ‘Faşo Kenan’ yazmıştım. Bunu gören öğretmenim bana kızmıştı ve tek ayaküstünde durma cezası vermişti. “Sağ ayağının üstünde duracaksın!” Ben inatla sol ayağımın üstünde durup, sol elimi kaldırmıştım.
Kimileri Atatürk’ü kullandı darbeler yaptı, kimileri Kur’an’ı kullandı insan yaktı. Korkutarak, baskıyla düşünceyi tıkarsanız, bundan sonra gelecek nesil de son derece içe kapanık, kimliksiz, dilsiz, hakkını savunmayan, hiçbir şey üretmeyen, umursamaz kişilikler olacaktır. Asıl darbe de budur.