Arkun Demiroğlu
Oluşturulma Tarihi: Ekim 01, 2011 22:11
Filmekimi 10 yaşında. Her yıl İstanbullu sinemaseverlerin merak ve heyecanla bekledikleri iki sinema randevusundan biri olan filmekimi, bu yıl büyük bir sürpriz yaparak İstanbul’dan sonra İzmir, Bursa, Konya, Trabzon ve Diyarbakır’a da uğrayacağını açıkladı. Oldukça iddialı bir sinema yılı olan 2011’de filmekiminin 10’uncu yaşını David Cronenberg, Michael Hazanavicius, Sean Durkin, Steven Soderbergh ve Andrei Zvyagintsev’in filmleriyle kutlayacağız.
Bu yıl geçen yıl olduğu gibi yine filmekiminin programında yer alan ve ilginizi çekeceğini düşündüğüm 10 filmle ilgili izlenimlerimi sizlerle paylaşıyorum...
YENİ BAŞLAYANLAROtobiyografik öğeler taşıyan yeni filminde Mike Mills, babasıyla olan ilişkisini anlatıyor. 40 yaşına yaklaşan Oliver (Ewan McGregor) annesinin ölümüyle babasının itirafları karşısında şaşkına dönüyor ve kendi özel hayatında da sarsıntılar yaşamaya başlıyor. Hayatı boyunca durgun, sessiz bir adam olarak tanıdığı babası eşinin ölümüyle 75 yaşındayken oğluna eşcinsel olduğunu açıklıyor ve karısını çok sevdiği için bu gerçeği hep kendisine sakladığını söyleyip yeni bir hayata yelken açıyor. Yeni hayatında oğluna daha çok yer veren babanın kansere yakalanması ve bu sefer bu sırrını oğluyla paylaşmasına tanık oluyoruz. Dünya sinemasında 75 yaşında oğluna eşcinsel olduğunu söyleyen babalara belki de bu filmle ilk defa karşılaşılıyor. Baba rolünde Christopher Plummer’ın oldukça derin, düşünceli ve usta oyunculuğuyla parladığı filmde Oliver’in kız arkadaşı rolünde Fransız sinemasının genç yıldızlarından Melanie Laurent var. Kendilerini arayan insanların hikâyesini anlatan ve melodramla komediyi aynı çizgide buluşturan ‘Yeni Başlangıçlar’da Ewan McGregor ise geçen yıl ‘The Ghost Writer’ filmindeki başarılı performansından sonra bu sefer melankolik, kırılgan bir genç adam rolünü aynı inandırıcılıkla oynuyor.
TOMBOYTomboy 32 yaşındaki Celine Sciamma’nın ikinci filmi. Sciamma, senaryosunu bir ayda yazdığı filmi 20 gün içinde çekmeyi başarmış. İlk arzuların yönetmeni Sciamma (Naissance des Pieuvres) bu yeni filminde çocukların dünyasını ele alıyor. Yönetmen yeni filminde erkek çocuğuyla kız çocuğu olmanın ne anlama geldiğini soruyor. Toplumun ahlâk normlarına göre şekillenen, dolayısıyla acı veren bir ergenlik çağına ışık tutan ‘Tomboy’da 10 yaşındaki kısa saçlı bir çocuğun yeni bir eve taşınma, yeni arkadaşlar edinme ve kendi ismi sorulduğunda verdiği ani bir kararla ‘Michael’ ismini taşıma serüvenine tanık oluyoruz bu filmde. Yönetmen ‘Laure’ adındaki çocuğun bir erkek ismi olan ‘Michael’le çıktığı serüveni anlatırken duygusallığa ya da ders vermeye çalışmıyor.
Film ilerledikçe gerilim artıyor ve okula başlamadan önce Laure/ Michael’in annesiyle yaptığı tartışmada ipler kopuyor. O anda yaşanan hayatların kimler için yaşandığını, en özgür ülkelerde bile özgürlüğün toplumun katı kuralları karşısında şansı olup olmadığını düşünüyoruz. ‘Tomboy’ diğerleri gibi olmamanın bedeli üzerine yapılmış ve kolay unutulmayacak bir film. Zoe Heran’ın Michael/ Laure rolüyle yıl sonunda ‘En Çok Umut Veren Oyuncu’ dalında Cesar ödülüne aday olması sinemaseverleri şaşırtmayacaktır...
MELANKOLİADanimarkalı yönetmen Lars von Trier’in bu yıl Cannes Film Festivali’nde kendisini ifade etmeye çalışırken bir Nazi olduğunu açıklamasıyla festivalin kendisini ‘istenmeyen kişi’ ilan etmesi bir oldu. Yönetmeninin ‘dünyanın sonu hakkında güzel bir film’ olarak tanımladığı filmi sinema eleştirmenlerinin büyük bir kısmı başyapıt olarak nitelendiriyor. Filmin ilk 8 dakikası izlediğimiz ve sürrealizmin etkisindeki görüntüler Wagner’in ‘Tristan ve İsolde’ müziği eşliğinde sunuluyor ve gerçekten olabildiğince güzel; özellikle Charlotte Gainsbourg’un canlandırdığı karakterin çocuğuyla bahçeden kaçmaya çalışırken botlarıyla sürekli çimene batması akıllarda kalıyor. İkinci sahnede bir limuzinle düğün yemeğine yetişmeye çalışan yeni evlileri (Kirsten Dunst & Alexander Skarsgard) görüyoruz. Yeni evlileri merakla bekleyenler arasında Justine’in ablası Claire (Charlotte Gainsbourg), eniştesi (Kiefer Sutherland), babası (John Hurt) ve annesi (eşsiz Charlotte Rampling) var. Düğün gecesinin ardından depresyonda olan Justine ve dünyaya doğru ilerlemekte olan ‘Melankolia’ adlı gezegeni kaygıyla izleyen ablası Claire’i izliyoruz. Bu filmle ödül kazanmasa da abla rolüyle Charlotte Gainsbourg’un en az Kirsten Dunst kadar etkili olduğunu, hatta Dunst’dan daha iyi olduğunu düşündüm. 2 saat 10 dakika süren uzun bir film ‘Melankolia’. Bir filmin sempatik olmayan üç baş karakterle gelebileceği nokta bu olsa gerek... Kimbilir, belki de ‘Melankolia’ çoğu eleştirmenin düşündüğü gibi büyük bir eserdir. Karar sizin.
YAŞAM SAVAŞI‘Yaşam Savaşı’nda Romeo ve Juliette (Jeremie Elkaim & Valerie Donzelli) ilk bakışta aşık oluyorlar. Daha sonra bir çocuk sahibi olan genç aşıklar bebeklerini ne kadar çok sevseler de ‘Adam’ ismindeki bebek 3 hafta boyunca ağlıyor. Doktorların koydukları teşhis kanser. Yapılan ameliyat dokuz saat sürüyor ve biz belki de sinemada ilk defa bir ameliyat için götürülen yatakta bir çocuğu görüyoruz. Bu çok kişisel filmin yönetmeni Valerie Donzelli. Filmin senaryosunu da Donzelli & Elkaim çifti beraber yazmışlar; çünkü filmde anlatılan olaylar çiftin ve çiftin Gabriel adındaki çocuklarının başına gelmiş. Cannes Film Festivali’nde dakikalarca alkışlanan ve Fransa’yı bu yıl Oscar ödüllerinde temsil edecek olan filmin mütevazı bir bütçesi var ama hikâyeyi ve filmi farklı kılan özellik ilk önceleri ayaklarının bağları çözülüp ayakta durmakta zorluk çekseler de, daha sonra kendilerini toparlayan ve savaşa giden anneyle baba. Film bir hastalığı anlattığı kadar bu savaşı da melodramaya bulaşmadan anlatıyor. Dünyadaki her şeyden soyutlanmış, olup biten her şeyi kabullenen bir jenerasyonun üyeleri olarak Donzelli (1974) ve Elkaim (1980) pozitif enerji, azim ve sevgiyle çıktıkları bu savaşı kamera yerine bir fotoğraf makinesiyle anlatıyorlar. Donzelli ve Elkaim’in film için seçtikleri müziklerin ikilinin o anki kalp atışlarına uyum sağladığı gibi, çektikleri acıya da tercüman olduğunu düşünüyorum.
SENİN İÇİNAmerika’nın başarılı yönetmenlerinden Gus Van Sant’ın ‘Milk’ten sonra yaptığı yeni filmi ‘Restless’ filmekiminde gösterilecek. Ölümcül bir hastalığa yakalanan genç kızla, annesiyle babasının cenaze törenini kaçıran genç adam katıldıkları çeşitli cenaze törenlerinde tanışıyorlar. Hayatla ölüm arasında mücadele veren genç aşıkları filmekimi’ndeki ‘Jane Eyre’ filminin başrolünde de yer alan Mia Wasikowska’yla Henry Hopper canlandırıyorlar. Henry, Dennis Hopper’ın oğlu ve ‘Restless’ 21 yaşındaki genç adamın beyazperdedeki ilk rolü. Dennis Hopper’ın vefat etmeden izlediği filmi diğer aşk filmlerinden farklı kılan özellik aşıkların aralarındaki uyum. Wasikowska’yla Hopper’ın eforsuz kimyası oğlunun aktör olmasını isteyen Dennis Hopper’ın haklılığını da ortaya koyuyor. Sevgilisini kaybetmekten korkan genç adam onu Galapagos adalarına götürebilmeyi, ona ilkbaharı geri getirebilmeyi istiyor ama peri masallarının bile bir sınırı var...
OLMAK İSTEDİĞİM YERBabayla oğul 30 yıldır konuşmuyorlar. Baba Amerika’da, oğul ise İrlanda’da yaşıyor. Kötü haberi alan evlat yıllardır görmediği babasının cenazesi için Amerika’ya gitmeye karar veriyor; gemiyle. 7 gün sürecek bu yolculuğu göze alan oğul aynı zamanda tanınmış bir Rock yıldızı. İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino ‘This Must Be The Place’ filminde rol almaları için en çok sevdiği iki oyuncuyu aradığı zaman alacağı cevap konusunda emin değilmiş. Sorrentino’nun teklifini kabul eden Rock yıldızı Cheyenne rolünde Sean Penn, yıldızın eşi rolünde ise Frances McDormand var. Sorrentino’nun filmini bir yol filmi olarak da düşünebilirsiniz. Cheyenne Amerika’nın uçsuz bucaksız coğrafyasında ilerlerken bizler bu filmin İtalyan yönetmenin en özgür filmi olduğunu fark ediyoruz. Yavaş tonlarda konuşan, hayatında hiç cep telefonu kullanmamış ve kullanmayacak olan hassas Rock yıldızı rolünde Sean Penn’in yakaladığı nüanslar eşsiz. The Cure grubunun solisti Robert Smith’i andıran yıldız, babasının hayatı boyunca yakalamaya uğraştığı savaş suçlusu bir Nazi’nin peşine düşüyor. Konu ne kadar ciddi olsa da filmin tonu oldukça hafif ve ‘This Must Be The Place’ oldukça tatmin edici bir sonla noktalanıyor. Sean Penn’in unutulmayacak performansını izleyebileceğiniz filmde yönetmen, büyük hayranı olduğu (This Must Be The Place bir ‘Talking Heads’ klasiği ve filmde bütün şarkılar Byrne’e ait) David Byrne’ün konserinden bir şarkıyı olağanüstü bir teknikle tek çekimde filme kaydetmiş...
HABEMUS PAPAMNanni Moretti’nin yeni filmi dünyanın en görkemli yerlerinden birinde, Sistine Chapel’da başlıyor. 108 kardinal, Katolik dünyasının yeni liderini seçmek için biraradalar. Uzun süre uğraştıktan sonra seçilen Papa balkona çıkması beklenirken yetersizlik hissi yüzünden balkona çıkıp görevini üstlenemiyor ve ‘bana yardim edin’ diye haykırıyor. Michel Piccoli’nin usta yorumuyla zenginleşen Kardinal Melville karakteri insanların kolaylıkla iletişim kurabilecekleri sıcak bir Papa adayı. ‘Zoraki Papa’yı bulunduğu krizden kurtarabilmek için çağrılan ve İtalya’nın 1 numaralı psikoloğu Brezzi rolünde Nanni Moretti Vatikan’a geliyor... Bu arada Brezzi’nin işi de zor, Papa’nın sorununu bulmak için olsa da Brezzi’ye cinsellik, anne, arzular ve rüyalar hakkında soru sormaması emrediliyor, çocukluk konusunu bile ancak yüzeysel işleyebileceği anlatılıyor. 1 numaralı psikoloğun işi kelimenin tam anlamıyla imkansız. Margherita Buy’un da rol aldığı ‘Habemus Papam’da Mercedes Sosa’nın efsanevi yorumuyla dinlediğimiz ‘Todo Cambia” (Herşey Değişiyor) ve kardinallerin dansları filmden akılda kalan detaylar...
BİSİKLETLİ ÇOCUK
Temmuz ayında bu sayfada ‘Telefon Edecek Misin?’ başlıklı yazımda tanıttığım ’Bisikletli Çocuk’ Dardenne kardeşlerin olgunluk çağı filmlerinden biri. Güneşli bir atmosferde geçen filmlerinde Dardenneler ilk kez müzik kullanmışlar. Thomas Doret’nin canlandırdığı 11 yaşındaki çocuğun (Cyril) kendisini terk eden babasını yeniden kazanmasını konu alan filmde Cyril’e sahip çıkan Samantha aslında bir yabancı. Cecile de France kuvvetli Belçika aksanı ve boyalı saçlarıyla sıradan bir kadını ustalıkla canlandırıyor. Babasının kendisini terk ettiğini kabullenemeyen Cyril’in ağlamamak için açtığı muslukları kapayamadığı sahneyle, babayla oğulun buluştuğu yürek parçalayan sahne, filmin finali ve hayal kırıklığına uğradıktan sonra Cyril’in bisikletine binip uzaklaşmaya başladığında müziğin çalmayışı ve bizlerin sadece bisikletin lastiklerinin sesiyle Cyril’in nefes alıp verişini duyduğumuz sahneler filmin kolay kolay unutulmayan sahneleri...
BU BİR FİLM DEĞİLJafar Panahi aylardır ev hapsinde yaşamını sürdürüyor. 20 yıl boyunca film yapması yasaklanan ve 6 yıl hapsi istenen Panahi’nin içler acısı durumu yalnız İran sineması için değil, dünya sineması için de büyük bir kayıp. Panahi evinde kitapları, DVD’leri, son model elektronik cihazları ve iguanasıyla yaşarken; Tehran’da havai fişekler atılıyor, gösteriler yapılıyor, silahlar patlıyor. Dışarıda olup bitenlere uzak kalsa da, evine davet ettiği dokümanter yönetmeni Mojtaba Mirtahmasb’la 75 dakikalık zeki, nükteli filmi yapıyorlar. ‘Bu Bir Film Değil’de yeni filmi için yazdığı senaryoyu okuyan, eski filmlerinde amatör oyuncuların kendisine ögrettiklerini bizlerle paylaşan ve her şeye rağmen espri anlayışını kaybetmeyen Panahi, bu filmiyle bütün dünyaya bir özgürlük dersi veriyor. Telefonla konuşup eşine dostuna neler olup bittiğini soran Panahi, ‘herkesin korkmaya başladığı’ bir ortamda telefonda kendisine fazla bilgi vermek isteyenleri durduruyor ve ‘telefonda konuşmayalım, beni görmeye gel ve kimseye beni görmeye geldiğini söyleme’ diyor...
KEVIN HAKKINDA KONUŞMALIYIZEva Katchadourian bir karabasanla uyanıyor ve soluğu evinin dışında alıyor. Dışarı çıktığı zaman, evinin de arabasının ön camının da kırmızı boyayla boyandığını görüyor. Sokakta yürürken kadınların yanına gelip kendisine tokat atmalarını da, kendisine küfredilmesini de sessizlikle karşılıyor. Peki neden? Eva’nın suçu ne? Bu film de birbirine aşık genç bir çiftin cicim aylarıyla başlıyor. Birbirine aşık iki insan çocuk sahibi olmaya karar veriyorlar ve cehenneme iniş Kevin adlı bebeğin doğumuyla başlıyor. Eva ne kadar çabalasa da oğlunu sevemiyor, babayla oğul arasındaki sevecen bağı anne oğluyla kuramıyor. Gün geçtikçe annesinin sinirlerini ve sınırlarını zorlayan Kevin çekilmez bir insan oluyor; anne de zaman zaman kontrolünü kaybediyor ve bir keresinde de oğlunun kolunun askıya alınmasına sebep oluyor. Baba evlerinde bir canavarın yetiştiğinden habersiz, çünkü baba için Kevin her çocuk gibi sevimli bir çocuk sadece... Kevin’in ölü gözlerini sadece Eva görüyor. Oğlunu sevmeye çalışmaktan hiç vazgeçemeyecek olan anneyi Tilda Swinton tutkuyla canlandırırken, Kevin rolünde Ezra Miller sinema dünyasına hızlı bir giriş yapıyor.