Güncelleme Tarihi:
Küçük yaşta seslendirme eğitimine başlamışsınız ama üniversite eğitiminiz işletme üzerine olmuş. Yeteneğiniz erken yaşta keşfedilmiş olmasına rağmen üniversite tercihiniz neden İşletme yönünde gelişti?
Birden çok nedeni var. Öncelikle bu ülkede seslendirme hiçbir zaman hakları tam anlamıyla verilmiş, gerçek bir meslek olarak kabul edilmedi. O yaşlarda “gerçek” bir mesleğimin olmasını istemiştim. Yine de yıllarca yaptığım işten kopamadım. Ayrıca hem matematik hem de sosyal bilimler okumak isteyen biri için İşletme ideal bölümdü. Aslında okurken de biliyordum, böyle bir alanda kariyer yapmayacağımı. Ama yine de bu alanda eğitim aldığım için hiç pişman olmadım.
Ülkemizde seslendirme sanatının gayet başarılı olduğu söylenir. Sizce de öyle mi? Diğer ülkelerle karşılaştırdığınızda sizin değerlendirmeniz ne yönde?
Her yaptığımız işi diğer ülkelerle kıyaslamaya gerek olmadığını düşünürüm. Türkiye’de seslendirme dünya birincisiymiş efsanesini seviyoruz ama buna gerek yok. Kendi dilimizde, kendi içimizde bir iş yapıyoruz. Önemli olan bir karşılaştırmaya gerek duymadan, hakkıyla yapmaya çalışmamız. Son yıllarda bir verim kaybı olsa da, Türkiye’de seslendirme işinin başarıyla yapıldığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Sesinizi o kadar çok projede duyduk ki, artık aileden biri gibisiniz. Sosyal hayatta sesinizden sizi tanıyıp “Aaa Buz Devri’nden Sid’in sesi” ya da “Marty Mcfly’ın sesi bu!” gibi tepkiler alıyor musunuz?
Evet, sesimi tanıyanlar oluyor. Her yaştan insan, kendi izleme zevkine göre benim sesimle tanıdığı bir karakterin adını anıyor. İnsanların ses hafızasında yer etmek ilginç. Yıllardır sürdürdüğüm işi iyi yaptığım duygusunu veriyor bana.
Öykü türünde ülkemizde alınabilecek başlıca ödüllere layık görüldünüz. Ödül, yazar için ne ifade eder? Ayrıca neyi değerlendirir ödül kurulları, edebiyatın, öykünün bir reçetesi var mıdır?
Yaptığınız bir işle ödül almak onur vericidir. Hele ki bu ödül, hayatınızın tam merkezine koyduğunuz edebiyat alanında geliyorsa. Ama ödüllerin göz alan ışığına kapılmamak gerekiyor. En büyük ödül, işinize aynı samimiyet ve emekle devam edebilme gücünü kendinizde bulmanız. Ödül kurulları, bir yıl içindeki üretimden ellerine gelen seçkiyi değerlendirir ve kendi bilgilerine, beğenilerine göre bir değerlendirme yapar. Bir ödül jürisinde bir isim değişik olsa, sonuç da değişik olacaktır. Yani, hiçbir ödül mutlak değildir. Bir reçeteye göre verilmez. Ödül alanın bu takdiri sükunetle karşılaması ve işine devam etmesi gerekir.
“Burun” adlı çocuk kitabınız 2009’da yayımlandı. Çocuk kitabı yazma isteği nasıl oluştu ve çocuk kitabından yana zengin olması, bir ülke edebiyatı açısından ne anlam ifade eder?
Çocuk okurlar ülke edebiyatının hem bugünü hem de yarınıdır. Çocuk edebiyatı alanında eser veren çok değerli yazarlar var ülkemizde. Ama bu konunun önemi, değeri, gerekliliği konusunda yeterli ve sağlıklı politikalar geliştirilemedi henüz. Çok daha fazla çalışmamız, düşünmemiz ve kendimizi geliştirmemiz gereken bir alan. Geleceğin düşünce dünyasını oluşturmakta çocuk edebiyatının önemi tartışılmaz. “Burun”dan sonra bir çocuk kitabı daha yazdım. 2017 yılı içinde yayınlanacak. Bu konuda daha çok çalışmayı isterim açıkçası.
Bülent Erkmen’le ortak projeniz olan “İki Kişilik Bir Oyun” DOT’ta sahnelendi. İyi öykünün eksilterek, söylemeyip göstererek yazılması gerektiği söylenir. Bu anlamda öyküyü tiyatro oyunu yazmakla karşılaştırmanızı istesek?
Genel olarak karşılaştırmaları çok sevmem. Bir olguyu ya da bir eseri kendi dinamikleri içinde değerlendirmek daha doğru gelir bana. Bir tiyatro oyunu yazarı değilim. Sözünü ettiğiniz oyun da sadece metnini benim yazdığım bir projeydi. Ama sorunuzdaki “göstermek” meselesini anlayabiliyorum. Öykü yazarlığımın, bu metni oluştururken bana kolaylık sağladığı noktalar muhakkak olmuştur.
Ülkemizde edebiyat dergileri birçok yeni yazara fırsat veriyor ama ülkemizde her alanda olduğu gibi o alanda da bir ahbap çavuş ilişkisinden dem vuruluyor. Sizin filizlenecek bir çatlak arayan genç yazarlara önerileriniz neler olur?
Çalışmak. Yapılacak tek şey fısıltılara, dedikodulara kulak tıkayarak çalışmak. Bir takım ahbap çavuş ilişkileri, kayırmalar falan benim gençliğimde de duyduğum şeylerdi. Belki doğrudur, belki değildir. Benim fazlaca umurumda olmadı. Çalışmaya ve yazmaya devam ettim. Defalarca reddedildim, yılmadım. Üstelik günümüzde, kişisel yayıncılık yapılabilecek sayısız alan var. Başta da internet ortamı. Bir önerim de sabır olacak elbette. Sadece edebiyatın değil, hiçbir üretimin aceleye gelir yanı yok. Sabredeceksiniz ve çalışacaksınız. Işığınızın sızacağı çatlağı mutlaka bulursunuz.
Sosyal medya büyük bir hızla geleneksel medyanın payından çalarak yayılıyor. Siz de YouTube’da Motto Müzik’te “Noktalı Virgül” programını yapıyorsunuz. O nasıl bir iş ve sizi daha yakından tanımamızı sağlayan “Gece Gündüz” ile benzerlikleri farkları neler?
Benzerliği konuklarla sohbet ettiğim ve bir “ekrandan” izlenen bir program olması. Bunun dışında üretiminden, paylaşımına kadar her aşamasında farklılıklar gösteriyor. Ama asıl fark, içeriğin oluşmasında ve paylaşılmasındaki “samimiyet”. Bunu altını çizerek söylemek gerekiyor. Sadece kendi sunduğum program için değil, Allianz Motto Müzik’te yer alan bütün programlar için söylüyorum. Yeni nesil izleyici, klasik televizyonculuğun o fazla “makyajlı” halini hemen deşifre edebiliyor. Motto Müzik ise öncelikle buna önem veriyor. Bu sayede kendimizi, klasik yayıncılığın “sadece popülere meraklı olan” gölgesinden uzak tutabiliyoruz. İçeriğimizi üretirken her tür baskıdan, ezberden uzaktayız. Geleceğin yayıncılığını bugünden yapmaya başladık. Sadece programcılarıyla değil, izleyenleriyle birlikte hem de. Bu “kolektif üretim” halini çok önemli buluyorum.
Televizyonda “Gece Gündüz” benzeri programlar artık yok denecek kadar az. Şu klişeyi hatırlatarak soralım, insanlar kültür-sanat ya da belgesel programlarını değil magazin programlarını, dizileri tercih ediyor o sebeple bu programlara yer verilmiyor, diye mi ortaya çıktı bu durum?
Çok klasik bir cevap olacak ama sofraya hangi yemeği koyarsanız, misafirlerini onlarla doymaya çalışır. Giderek diğer yemeklerin tadını unuturlar. Başka şey yiyemez hale gelirler. O sözünü ettiğiniz klişe de bize ezberletildi. Günü kurtarma çabasının bir sonucu olarak her şey sıradanlaştı. Kimse kendini kandırmasın. Başka lezzetleri sunacak bilgi birikiminiz, yeteneğiniz ve samimiyetiniz varsa sofranız zenginleşir. Youtube yayıncılığı ve internet üstündeki diğer oluşumlar bu zenginliğin peşinde. Allianz Motto Müzik’te bu dediklerinizden uzak bir yayıncılık yapıyoruz ve farklı lezzetleri arıyoruz. Klişelere yenik düşmeye gerek yok.
Üniversiteler, istemediği bölümde okuyup sanatla uğraşmak, belki yazmak, çekmek, oynamak, seslendirmek isteyen gençlerle dolu. Çeşitli sebeplerle imkân bulamıyorlar, onlara ne önerirsiniz?
Ne yamak istediklerine karar vermeleri gerekiyor. Bunun için de sadece “hevesli” olmak yetmiyor tabii. Araştırmalı, öğrenmeli, yoğunlaşmalı ve daha sonra da karar verdikleri alanda eğitim almalılar. Kendilerini o konuda geliştirmek için, gece demeden gündüz demeden çalışmalılar. Bu çağın, acelecilik ve kolaycılık gibi kötü huyları var. Gördükleri bazı şeyler de kafalarını karıştırıyor biliyorum. “Falanca fenomen olduysa, ben neden olmayayım,” diyor kimileri. Ama bilmeliler ki, zamana yenik düşmeyecek olan gerçek bilgidir.
Bir taraftan da birçok genç yazar çıkıyor, birçok kitap yayımlanıyor. Bir öykücü olarak son dönem genç öykücülerden beğendikleriniz kimler?
O kadar çok isim var ki, birini bile unutsam üzülürüm. Ama severek okuduğum bazı öykücülerin adlarını verebilirim. Mahir Ünsal Eriş, Yalçın Tosun, Sine Ergün, Pelin Buzluk, Deniz Tarsus, Mustafa Orman, Melisa Kesmez... Ama dediğim gibi, isimler bu kadarla sınırlı değil. İlk anda aklıma gelenleri söyledim. Oysa günümüzde gürül gürül akan bir öykü ırmağı var.
Birçok soruda önerilerinizi aldık, üniversitelilere mutlaka okunmasını önereceğiniz yazarlar ve kitaplardan 5 adet ile sınırladığımız bir liste rica etsek?
Julio Cortazar – Ötekinin Rüyası (Bütün Öyküleri – Cilt 1)
Kurt Vonnegut – Kör Nişancı
John Dos Passos – Doğu Ekspresi
Sadık Hidayet – Kör Baykuş
Theodor Adorno – Minima Moralia
Röportaj: Erkmen Özbıçakçı