Güncelleme Tarihi:
Bilindiği üzere müziğe aşkınız 45’liklerle başlamış, biraz rüya gibi! Özellikle bu noktadan, bu zaman diliminden bakınca… Nasıldı o yıllar, nasıl oldu bu tanışma?
“Tanışma” ben kendimi bilmezken gerçekleşmiş: Annem beni bebekken plaklarla uyuturmuş! Pikabı başucuma koyarmış, 45’likleri art arda çalarmış. Sonrası hep onlarla geçti... Çocukken, kendimi biraz olsun bildiğim yıllarda, dedemin pikabında dinlediklerim yolumu çizdi. Cem Karaca, Timur Selçuk, İlhan İrem derken memleket müziğine ve onun tarihine merak saldım ve kendimi burada buldum.
Türkiye sizi “kırkbeşlik” programıyla tanıdı. Peki bunun başlangıç noktası ne oldu, ilerleyen dönemde de bir tesadüfler silsilesi, iyi şans tılsımlarıyla çizildi çünkü kariyer yolunuz. Hiç atlamadan bu hikâyeyi sizden dinlemeyi çok isteriz!
Buradaki bu "hiç atlamadan" kısmı o kadar zorlayıcı ki! İlla ki atlayacağım yerler olacaktır. Kelime kelime ilerleyeyim: Merak, kütüphaneye kapanma, arşiv kurcalama, not alma, plak peşinde sahaf sahaf dolanma, radyo programcılığı, DJ'lik, gazete yazıları, televizyon, seminerler, kitap. Atlamadan ilerlersek böyle. En fazla yerleri değişir belki bunların ama yaşadığım tam da bu. Haklısınız, şans hep yanımdaydı ve tesadüfler hep iyi yönde gelişti. Bunu bir kariyere döndüren de bu oldu. Yaptığım her şeyi çok sevdim, asıl önemli olan bu. Hiçbirini para kazanmak için yapmadım. En başa dönecek olursak, hani başlangıç noktasını sordunuz ya, oradaki kelime aslında bütün bu “başarı”nın altında yatan: Merak. Hâlâ her şeyi merak ediyorum ve öğrendiklerimi insanlara anlatmak istiyorum. Hikâyenin bütün özeti bu.
Sonrası da DJlik… Aklınızda var mıydı böyle bir iş, yoksa yine birdenbire ve kendiliğinden mi oldu, nasıl ilerlediniz?
Şiirdeki gibi: Her şey birdenbire oldu! Yukarıda saydıklarımın hiçbiri planlı, programlı değil ama aralarında en plansızı DJ'lik... Bir gün kendimi kabinde buldum, o gün bugündür orada yaşıyorum. Neredeyse her hafta bir yerde çalıyorum. İnsanları eğlendirmek, onları eğlenirken görmek ve onlarla birlikte eğlenmek o kadar güzel ki. Dediğim gibi, merak ettim, “play” tuşuna bastım ve sonrasında o tadı alınca hiç durmadım. İlerledim mi bilmiyorum ama hâlâ ilk günkü heyecanla basıyorum o tuşa. Merak dışında “iş”in diğer sırrı bu: Heyecan.
Son dönemde televizyonda “kırkbeşlik” seviyesinde bir müzik programına rastlamak imkânsız. Sosyal medyanın yükselişi de malum. Tam da bu noktada Motto Müzik ile “Plak Dolabı”nı yapıyorsunuz YouTube üzerinden. Nasıl bir iş oluyor biraz anlatabilir misiniz?
Söyledim ya, öğrendiklerimi insanlarla paylaşmayı çok seviyorum. “Plak Dolabı”, biraz da bunun için çok değerli. İnsanlara bilmedikleri şeyleri anlattığım, unuttuklarını hatırlattığım, yirmi dakikalığına da olsa memleket ahvalinden kurtararak “bakın aslında ne güzellikler var” demek suretiyle hayat gailesi sırasında ıskaladıklarına dikkat çektiğim bir program Allianz Motto Müzik’te sunduğum “Plak Dolabı”. Benim için “iş”ten öte heyecan. Hadi son iki soruda ortaya çıkan iki kelimeyi birleştireyim: Merak edilenleri ve hatta merak bile edilmeyenleri, hiç bitmeyen bir heyecanla anlattığım program, “Plak Dolabı”.
Ankara’da sizi bilmeyen yok. Yaptığınız programlar sırasında mekanlar hep dolup taşıyor. Bu bir eskiye özlem hali mi yoksa gerçekten müzik dinleme şansını elde etme heyecanı mı ne düşünüyorsunuz?
Ankara, yıllar boyu yaşadığım şehir. “İş”in orada palazlanması kaçınılmazdı. Çaldığım mekanların dolup taşması da bu yüzden belki: Karşılıklı yarattık o “iş”i, birlikte büyüttük ve bugüne getirdik. Dinleyicisi çok özeldi, bu yüzden kendimi şanslı hissederim. “İş”, biraz da bu karşılık bulma haliyle özelleşti. “Eskiye özlem” kelimesini kullanmamayı tercih ediyorum aslında. Yaptığım, küçük bir hatırlatma. Açık konuşayım, o zamanlarda yaşamayı istemezdim. Çünkü o zamanı yaşasaydım bugünü göremeyecektim. Bugünün heyecanlarıyla o günküleri karşılaştırmak, ömre bedel.
Ankara demişken… Derin şehirdir. İnsanı güzel büyütür, güzel yetiştirir. Şehri bir de sizden dinlemek isteriz. Size neler öğretti Ankara, nasıl izler yarattı?
Ankara, hayatım. Özeti bu. İzninizle bu soruyu biraz kişisel ve “çoğul” cevaplandıracağım. Hayatımın her ânında derin izler bırakan bu şehre son dönemde daha da bağlandım, sevdiceğim orada çünkü. Ankara, 2016’da, güzel büyümüş, güzel yetişmiş iki insanın kavuşmasına şahit oldu. Bende yarattığı izlerin aynısını bulduğum insanla orada karşılaştım, sarıldım. Bana çok şey öğretti Ankara ama en başta insan olmayı öğretti. Sahici olmayı, mert olmayı, dürüstlüğü ve doğruluğu… Ankara’da yalanlarla yaşayamazsınız çünkü küçüklüğünden öte havası buna engel. Bu yüzden, benim için çok özel bir şehir ve onu özel kılan insan, hâlâ orada yaşıyor. Bunun için, Ankara, hiçbir zaman uzağıma düşmeyecek.
Son dönem isimleri arasında ilginizi çeken çalışmalar hangileri, müzik piyasası farklılaşarak ilerlemeyi sürdürüyor. Yılların birikiminden bir şeyler duymak isteriz bu konuda.
Ben Duman hayranıyım. Attıkları her adım beni heyecanlandırıyor. Yakın zamanda kulağıma yerleşenler Güney Marlen, Yüzyüzeyken Konuşuruz ve neredeyse bütün kariyeri boyunca hep (biraz da tesadüfen) yanında durduğum Gaye Su Akyol. Bütün adımlarını biliyorum, bütün dönemlerine şahidim ve biraz da bu yüzden geldiği nokta, beni çok mutlu ediyor. Güney’in içten şarkıları ve Yüzyüzeyken Konuşuruz’un şaşırtan repertuvarı, sürekli dinlediklerim. Bu ara herkese tavsiye ettiğim isimler bunlar. Başka isim vermeyeyim çünkü üç sayıp bir unutursam çok üzülürüm.
Peki size göre hızla dijitalleşen müzik ve eski analog çalışmaların farkı ne, nerede duruyor, nereye ilerliyoruz?
Müzik tuhaf bir noktada şu anda. Dijital durum yüzünden elle tutulur olmaktan çıktı. Plak, kaset, CD ortadan kalkınca, sahicilik de yerini bambaşka bir şeye bıraktı. Bunun için “sahici” isimleri seviyorum. Ben müziği elle tutmayı seven bir insanım, bu yüzden dijital haller, mp3 gibi formatlar pek bana göre değil, Konuşursam kötü konuşurum, onun için susayım. Şu kadarını söylemekle yetineyim: Gelişmeleri endişeyle takip ettiğim doğrudur.
Sözünü etmeden olmaz: 100 Şarkıda Memleket Tarihi… İnanılmaz nokta atışı tercihler var kitapta. Kitabın ortaya çıkma aşaması nasıl gelişti?
Yine aynı dizeye sığınacağım: Birdenbire oldu. Arkadaşım Metin Solmaz bir yayınevi kurdu, ne yapabileceğimizi düşünürken çıkınımdan bu fikri çıkarttım, geliştirdik. Zaten yazmış olduğum yazılardan, maddelerin bir kısmını derledik; sonrasını birlikte kurguladık. Kitabın ilk okuyucusu, sevdiceğim Göksu Coşkunlar –ki kitabın piyasaya dağıtıldığı gün, el ele tutuştuk. Tercihlerim, metinler, sıralama biraz da Göksu ve Metin’in katkılarıyla gelişti. Memleket tarihinden seçtiğim şarkıları ilk onlarla paylaştım, bir kısmını o aşamada eledim, pek çoğunu onlardan aldığım geri dönüşler doğrultusunda şekillendirdim. Bu iki isim, kitabın oluşum aşamasındaki gizli kahramanlar...
Şarkı seçiminde zorlayan noktalar neler oldu, çünkü müthiş bir repertuvarın arasından süzüldü hepsi, tercihte zorlandığınız noktalar oldu mu?
Olmaz mı? Bir kere seçim şarkılarını ve liderler için yapılmış kimi şarkıları dışarıda bırakmak beni çok üzdü. Araya, başka şeyleri bahane ederek iki üç tane sıkıştırdım ama yetmedi. Kitabı hazırlarken Türkiye tarihini hızlıca bir kere daha okudum ve olayların hatırlattıklarını art arda sıraladım. Çok şarkıyı dışarıda bırakmak durumunda kaldım ve kitabı hazırlarken, dengeli davranmak durumunda olduğum için biraz daldan dala sıçradım. İlla ki eksiği vardır ama ben bu halinden ziyadesiyle memnunum.
Kitapta başlarken, “Başlamadan” bölümünde “Tarih okulda en uzak olduğum ders. Bugün ‘tarihçi’ olarak anılıyor olmam, oldukça ironik bir durum” diyorsunuz. Oysa bir müzik tarihçisi olarak anılıyorsunuz. Nasıl?
Bu benim de şaşkınlığım. Okullarda öğretilen tarihle “dışarıda” karşılaştığım bambaşka ve bunu fark ettiğim gün, kişisel tarihimdeki aydınlanmayı yaşadığım gün aynı zamanda. Beni buraya getiren, bu kitabı yazmama sebep olan, “sivil” tarihe merak salmaman öte, şarkıları tarihle ilişkilendirmem, tarihi şarkılardan, şarkıları tarihten öğrenmem. Tam bu noktada üç ismi anmak isterim: Zülfü Livaneli, Ahmet Kaya ve Cem Karaca olmasa, bakışım bambaşka olurdu. Bunlara Grup Yorum ve Kardeş Türküler’i de eklersek, beni “tarihçi” yapan “öğretmenler”i tanımış oluruz.
Kitapta şarkıları dönem ve anlamlarına göre ayırdığınızı görüyoruz. Sizin özellikle ilginizi çeken bir dönem var mı ve bu dönemde ilginizi uyandıran ne?
Bu ara ilgimi çeken dönem, Türkiye’nin ‘50’li yılları. Hem her anlamda yaşadığımız döneme çok benziyor, hem de sahiden enteresan gelişmeler oluyor. Müzik – tarih flörtünün başladığı dönem de bu. Kayıt teknolojileri gelişmediği için belki elimizde çok fazla sesli belge yok o döneme dair ama “sonrası”nı şekillendiren hamleler, hep bu dönemde yapılmış. Olayın kaynağına inmek, böylesi bir arkeolojik çalışma sırasında yaşanabilecek en büyük heyecan belki de.
Belirlediğiniz başka çalışmalarınız var mı? “100 Soruda Memleket Tarihi”nin ardından başka bir kitap bekleyelim mi?
Yazmış ve bitirmiş olduğum iki kitap var ama onları sır gibi saklıyorum bu ara. Projem çok. Elbette art arda yayımlanacaklar. Ömrüm vefa ederse, bu memleket yaşamama izin verirse, daha çok kitap yazarım. En azından isteğim bu.
Birçok üniversiteli de sizi merakla ve hayranlıkla takip ediyor. Müzikle ilgili bir şeyler yapıp bir tarafından o deryanın parçası olmak isteyen gençlere ne önerirsiniz?
Söyleyebileceğim tek şey şu: Kedi gibi meraklı olsunlar. Kurcalasınlar. Merak ettikleri konuyla alakalı duydukları bilgilerle yetinmesinler ve “daha”sını istesinler. İlerledikçe, tahmin ettiklerinden çok daha büyük bir deryayla karşılaşacaklarını ve daldan dala sıçramak suretiyle bir anda hayal bile etmedikleri bir yerde kendilerini bulacaklarını kendi adıma (elbette tecrübelerimden yola çıkarak) garanti ediyorum. Bir de şu: Yılmasınlar, emek versinler. Pişman olmayacaklar.
Röportaj: Erkmen Özbıçakçı