Güncelleme Tarihi:
Eski zamanlarda herkes birbirinin tanıdığıymış.
Karşılıksız emanet edilirmiş, evler, mahremiyet, sevgi, aşk…
Nüfusun az olmasından mı sebep yoksa henüz üzerinde çok oturulmadığından dünyanın genç yaşından mı bilemiyorum ama “biz büyüdük ve kirlendi dünya” sözlerinin hakkını verdik zamana.
YÜZÜMÜZDEN DÜŞEN KIŞ
Kimsenin kimseye güveninin kalmadığı bu sabahları karanlık kış günlerinde, hepimizin suratından düşen soğukluk, gözlerimizdeki yorgun nefret ve olana bitene kızgın yüz hatlarımızla yaşamaya çalışıyoruz. Sağ elimizi sol elimizle ısıtırken aslında beklediğimizin bambaşka bir şey olduğunu itiraf edemiyoruz çünkü zaman hayallerimizi de ayazda bıraktı. Bir dokunsan bin ah işittiğimiz dost yüzlerine artık dokunmamayı, sormamayı, konuşmamayı seçtik. Çok güzel yalnız kaldık.
KARŞI DAİRE
Şehirler büyüdükçe yaş aldı evlerimiz. Daha genç, daha bakımlı apartmanlara taşınmayı önerdi uzmanlar. On numaradaki kına saçlı emekli savcı teyzenin un helvasını, alt kattaki Bediş Teyze’nin yetmiş yıldır ojeli tırnaklarıyla anlattığı genç kızlık zamanlarını, karşı komşu Bediha Teyze’nin eşi İsmail Amca’nın, doğudan nasıl göç ettiğinin hikayesini, akşam olduğunda kapı önlerinde gürültü yapıyorlar diye çocukları kovalayan ev sahibinin gelinini, bahçeye girerken araba farlarının salonumuza dolmasıyla “babam geldi!” diye kapıya koşmalarımızı, her şeyi ama her şeyimizi geride bırakmamız ve yeni bir hayata gitmemiz konusunda ısrar ediyordu ana haber bültenleri. Şimdi pazara giderken annem kime emanet edecekti çocuklarını? Evde yemek olmazsa kimin evinde pişen yemeğe çökecektik?
Önce İsmail Amca gitti. Sonra Bediha Teyze kapısının önüne bıraktığı bir çift ayakkabıyla memlekete giden ilk otobüse binip ayrıldı İstanbul’dan.
Bediş Teyze’yi son gördüğümde ağlıyordu. Her gün söylenip, kızdığı o rutubet içindeki karanlık evini neden özlediğini anlamamıştım.
Biz gittiğimiz sokakta büyüdük.
Bizimkiler eski komşularını hiç unutmadı, bense apartmana yayılan kınalı un helvası kokusunu…
ÇİKOLATALI KANDIRMACALAR
Kalabalıklaştıkça uzaklaştık birbirimizden. Daha çok insan daha çok ev daha çok taş oldu. Hayat gailesinden sebep selamsız sabahsız yürümeye başladık yan yana. İsimlerini dahi bilmediğimiz komşulu apartmanlara taşınırken beş çaylarının boş geçeceğini anlamıştık. Üst kattan gelen kavga seslerine kayıtsız kaldığımız günden beri ise kavgalarımızın hiç bitmeyeceğini...
Kimseye güvenmememiz gerektiğini söylemeye başladı uzmanlar. Yabancılarla konuşmamayı, yabancıların verdiği şekeri, çikolatayı almamamızı öğütledi aileler. Akşam oldu mu kim gelirse gelsin kapıya açmamalıydık. “Peki ya Bediş Teyze gelirse?” O gelemez artık. Başka teyzeler gelirse de açma sakın!
Herkesin yüzüne kapattık kapıları.
Çok kalabalık artık, şehirler, sokaklar, semt pazarları… Kimsenin kimseyi tanımadığı kocaman boş bir kalabalık. Kalabalıklaştıkça kapanmaya başladık. Önce malımızı mülkümüzü kilitledik sonra bir açık bulup da sızmasınlar diye kalbimizi… Böyle böyle susturmayı çığlıklarımızı, cenazelerde ağlamamayı ve en sevdiğimizden bile çikolata almamayı öğrendik. Öğrendikçe hayatı, çok güzel yalnız kaldık.
NEREDE O ESKİ?
Nerede o eski bayramlar diye söylenenler yaşlı takımındandı hep. Geçen sene demişim, “ya ne güzeldi eski bayramlar!” diye. Çıkmış öyle bir anda ağzımdan. Yaşımı başımı almışlığım var da, yaşlı takımındaki kadro için fazlasıyla tecrübesizdim. Peki nereye gitmişti o eski bayramlar ve ben özleyivermiştim bir anda?
Dağıldık… Kimi okumaya diye gidip bir daha hiç dönmedi, kimi de “yaramıyor bana şehir havası!” deyip pılını pırtını toplayıp bir sahil kasabasına yerleşti. Borç harç içinde olanların ihanetiyle kırıldıkça yaş aldı kimi kalpler de. Babasının genç bir kadınla sevgili olduğunu öğrenen arkadaşımızı nasıl teselli edeceğimizi bilmediğimizden, durduk öyle yanında. Dikildik hayatın karşısına. Aldatılan kadınlar gördük ilk defa. Kapıyı pencereyi bir daha hiç açmayan, evden dışarı adım atmayan, makyajını silen kadınlar gördük.
Terk edilen koca koca adamlara da rastladık zamanla. İki çocuğuyla öyle bir başına kalan kocaman adamlar küçücük oldular. Hızla kapandı kapılar karşı dairelere. Yavaş yavaş kapanırdı eskiden, ayıbı vardı yüze kapı çarpmanın. Sözü bitene kadar beklenir, son sözler söylenip iyi dileklerle yavaş yavaş, gürültü yapmadan kapanırdı kapılar. Şimdi öyle sözsüz, çat diye…
Herkesin bir diğerine yabancı olduğu zamanlarda biz de büyüdük haliyle. Birbirini yıllarca bekleyen naftalin kokulu aşk hikayelerinden birinci ayını kutlayamadan biten aşklara evrildik.
Merhaba dediğimiz her elin tersine denk gelmemek için önlemler aldık. Yüzümüze gülen gözlerde nefreti aradık. Gidenlerden kalan acıyla birbirimize sarılırken aslında mevsimin kış olduğunu unuttuk. Havalar biraz ısınmaya başlayınca rüzgarlı sahillere koştuk.
Sözlerimizin vadesini kısa, faizini uzun tuttuk.
Bediş Teyze’nin yetmiş yıllık hikayesini antikacılardan fahiş fiyatlarla satın aldık.
İsmail Amca’nın doğudan batıya uzanan yol hikayesini Doğu Expreslerinde aradık.
Hep bir eskiye duyulan özlemlerden birbirimizi özlemeye zaman bulamadık.
Kör olduk şimdiye.
Ya giderse diye, göle maya çalan Nasrettin Hoca gibi olmayacakları oldurmaya çalıştık.
Yalan söylemeyi maharet, dürüst olmayı korkaklık sanarak büyütüldüğümüz taş duvarların ardından birbirimize ulaşmaya çalışıyoruz şimdi. “Bu devirde kimseye güven olmaz!” sözündeki devrin sadece bize rastlamasına isyan ediyoruz. Korkarak seviyor, teminatı olanlarla dost oluyor, geleceği olan hesaplara aşk ekiyoruz. Rahat değiliz! Rahatımız hiç yerinde değil! Diken üstünde sevişiyoruz.
Hiç tanıştık mı peki?
Hikayesini bilmediklerimizden peri masalları dinlemek istedik.
Nerede o eski, derken bayramları sadece bahane ettik.
Yazan: Tuğba Badal