Güncelleme Tarihi:
Müzik yolculuğun oldukça ilginç bir şekilde seyretmiş. Profesyonel olarak müzik yapmaya karar vermeden önce profesyonel bir yöneticiymişsin. Biraz bu dalgalı seyri ve müziğe dönülmez şekilde sapış hikayeni dinleyebilir miyiz?
Bilgi Üniversitesi’nde burs kazandım, tam burs. Bundan önce lise hayatım boyunca müzik yapmıştım, çok profesyonel olmasa da. Sonrasında 3. sınıfta ailesel problemler, babamın vefatı ve bu piyasada zorlanmamız dolayısıyla senelerce blues, jazz üzerine, daha çok blues üzerine yaptığımız sahneler ve bu ülkedeki ilgi seviyesi yaşam şartlarımızı zorlaştırdı. Ben de müziğe bir süre ara vermek zorunda kaldım. Üniversite döneminde de ara vermek zorunda kaldım. Bir holdingde eleman seviyesinde başlayarak, müdürlük seviyesine kadar on iki senelik bir çalışma hayatım oldu. En son bıraktığımda da müdürlük seviyesindeydim. Satın alma ve idari işler müdürlüğü yapıyordum. Sonrasında Kaybedenler Kulübü ve bazı dizilerde yayınlanan şarkılarım dolayısıyla iş hayatına ara verip, tekrar müziğe dönmek durumunda kaldım. O karar biraz zordu ama insan kariyerini ve hayatını sanat için her zaman değiştirebilir. İyi ki de değiştirmişim, iyi ki de şarkıcı olmuşum.
Son dönemde özellikle şarkıcıların ilginç isimleri dikkat çeker oldu. Çoğu, ismini senin gibi kendi koyarak ya da değiştirerek kullanıyor. Senin ismini seçme hikayen ve Gox’un kendi seçtiğin kimlikle bağdaşan hikayesi var mı, ne?
Benim kendi uydurduğum bir isim değil bu. İngiliz ve Amerikalı yabancı hocalarım oldu. Onlar ‘ö’ ve ‘ü’ harflerini söyleyemiyorlardı. Bu yüzden hep bana Can Gox diyorlardı. Ben de bunu sahneye taşımaya karar verdim. Gündüz iş hayatında Göksun, akşam sahnede Gox olarak çalışırken çok değişik bir alternatif karakter yaratmış olduk kendimize. Bağdaştırdığım taraf olan Can; benim alternatif yaşantım, sahne, sanat ve gece hayatı olan tarafımdı. Gündüz hayatım olan tarafsa Göksun’du. İşe giden, çalışan, standart görevlerini yapan bir kişiydi, şimdi tamamen Gox oldum. Ve şarkıcı, sanatçı tarafım yüzde yüz olarak hayatımın içerisinde. Bu şekilde hayatıma devam ediyorum ve devam etmekte de kararlıyım. Herhalde ömür boyu Gox olarak devam edeceğim. Tabii ki Göksun’u unutmuyorum, o benim soyadım.
Seni albüm kayıtlarından ziyade konser performanslarınla biliyoruz. Bu özel bir tercih mi ve eğer öyleyse seni konsere daha çok yaklaştıran, konseri tercih edilir kılan ne?
Aklıma gelen ilk şeyi söyleyeceğim. Grateful Dead 20 sene boyunca konser vermiştir. Albümlerini de hep canlı konser kayıtlarından yapmıştır. Ama konser çizelgemin çok yoğun olması ve arada stüdyoya zaman ayırmak çok meşakkatli ve uzun bir dönem gerektiriyor. Bazı kişiler çok çabuk halledebiliyor fakat benim için öyle değil ne yazık ki. Genellikle kafamda bir set-up’ım vardır benim. Stüdyoya girdiğimde uzun bir süre gerekir bana, beste yapmak kolay bir şey değil. Onun için şu sıra konser taleplerini ve insanların kucaklaşma, konuşma isteğini geri çevirmeden koşa koşa konserlere gidiyoruz. Ama zamanı gelince tabii ki albüm için stüdyoya kapanılacak ve bir süre hem biraz uzak kalacağım dostlarımızdan hem de bestelere zaman ayıracağım.
Türküler senin için belli ki çok anlamlı. Yaptığın müziği nasıl tanımlıyorsun ve türkülerin bu tarzda bulduğu karşılık tam olarak nasıl ifade edilebilir?
Tarz olarak yaşadıklarımı ve gönlümü ortaya koyuyorum. Blues gırtlağım var. Bunu yaşadıklarımla ve dinlediklerimle yoğuruyorum. İdollerime saygıda kusur etmeden dinleyicilerime sunmaya çalışıyorum. Türküler benim hayatımda çok özel yerleri olan, elden ele dolaşması gereken, jenerasyondan jenerasyona, arada kopukluk olmadan devredilmesi gereken bir gelenek. Bunu görev olarak değil gönül bağıyla yapıyorum. Bu gönül bağını dinleyicilerime, özellikle lise çağındaki dinleyicilerime iletebildiysem çok mutlu oluyorum. Ki bunu yapmak gerekiyor, birilerinin bunu mutlaka yapması gerekiyor. Yoksa gelenekten uzaklaşınca gerçekten her şeyimizi kaybetmişiz gibi geliyor bana.
Sesini dünyadan ve ülkemizden birçok sembol isimle benzeştiren yorumları sen de okumuşsundur. Mesela Cem Karaca’ya benzetilmek nasıl hissettiriyor ve senin örnek aldığın, yakın hissettiğin isimler kimler?
Tom Waits’ten John Cocker’a, bazı şarkılardaysa B.B. King’e ya da Cem Karaca’ya benzetiyorlar. Hayko Cepkin’e de benzetiyorlar. Bunların hepsine yaklaştırılmak benim için gurur verici bir şey. Cem Karaca’nın ismiyle benim ismimin yan yana yazılması beni zaten çok mutlu ediyor. Ama tabii ki ben taklit etmeyerek, gönlümden süzerek şarkıları söylemeye çalışıyorum. Herhalde fonetiğimiz çok yakın birbirimize, verdiğimiz hissiyat da biraz yakın olabilir. Onun için Cem Karaca’ya, Hayko Cepkin’e, Tom Waits’e benzetiyorlar. Gurur duyuyorum. Hepsi çok iyi müzisyenler. Çok iyi insanlar. Ve gerçekten yaşamış insanlar. İyi ki de anıyorlar, beni mutlu eden şeyler bunlar.
Aslında ilk soruyla birlikte düşünürsek, ülkemizde müzikle uğraşıp, yeteneğiyle para kazanma hayali kuran gençler ne yazık ki bu yolu tercih edemeyecek kadar güvensiz bir hayat yaşıyor. Onlara ne önerirsin?
Çabuk vazgeçiyorlar gibi geliyor bana. “Can Gox ne kadar güzel konserler veriyor, albümleri çok ilgi görüyor, dizilerde onun şarkılarını duyabiliyorsunuz” diyenler olabilir ama bunun arkasında 20 sene var arkadaşlar. 20 sene boyunca müzikle haşır neşir olmak, onu hiç bırakmamak, iş hayatına girsek de bir köşede devam etmek, sanatı ve şarkıcılığı beynimin bir tarafında tutup onu eksik bırakmamak, onu üzmemek ve onu unutmamak vardı benim hayatımda. Sokakta da çaldım, en iyi sahnede de çaldım. Bu gerçekten sebat ve sabır istiyor. Bu meşakkatli işi yüklenmek gerekiyor. Bunu yüklenebilecek cesarette olacak arkadaşların çok sabırlı ve gerçekten akıllarında profesyonelce bir yol çizmeleri gerekiyor. İki günlük iş değil bunlar, çok sıkı şekilde çalışılması ve bırakılmaması gereken şeyler.
“Kaybetmek bir erdemdir, bir gerçekliktir. Ve insanı ayakta tutabilecek en büyük motivasyondur.”
Cover’lar, altına imzanı attığın ve tarzınla damgalayıp seni kitlelere tanıtan işler. Peki şarkı yazmak, kendi bestelerinle performans sergilemek fikri hakkında ne düşünüyorsun? Buna biraz mesafeli gözüküyormuşsun gibi, öyle mi?
Yalnızım Ben albümümde on dört tane şarkı var ve iki tanesi cover aslında. Bu şarkıların içinden de üç dört tanesi de konser kayıtları oluyor. Kaybedenler Kulübü albümünü de dahil edersek orada da üç dört tane bestemiz var. Konserde toplam altı yedi tane beste çalıyoruz. Albümlerde yüzde elli cover, yüzde elli beste olunca daha iyi oluyor. Tabii coverladığımız şarkılarda beste haline dönüşmüş oldu. Çünkü ses, yorum ve arenjeler farklı olduğu için bambaşka bir cover tarzı gelişmiş oluyor. İnsanlar bu şarkılara da beste gözüyle bakıyorlar artık. Neredesin Sen dediklerinde ya da bir Haydar Haydar dediklerinde standart, herkesten dinleyecekleri bir parça dinlemiyorlar tabii ki. Buna da beste gözüyle bakıyorum. Konserde on on iki tane şarkı çalıyorsak, bunlar bize mal olmuş ve alın teriyle üretilmiş şeyler. Onun için bunu besteden uzak olarak görmemek gerekiyor.
Kaybedenler Klübü’nden ve elbette My Woman’dan söz etmemek olmaz. Tabiri caizse Perfect Match bize göre. Senin için nasıl bir işti o ve bu kadar örtüşünce sormak isteriz, kaybetme fikrine, hüzne, kedere bu kadar yakın mısın cidden?
Hepimiz yakınız. Hüzün, keder ve kaybetmek hayatın gerçekliği. Eğer onlar olmazsa üretkenlik ve gerçekten ayakta kalabilme şansımız olmaz. Hayatı cennet olarak yaşasaydık cennetin anlamı olmazdı. Cehennem olarak yaşasaydık cennetin anlamı olmazdı. Onun için kaybetmek gerçekten bir erdemdir. Bir gerçekliktir ve bir insanı ayakta tutabilecek en büyük motivasyondur. Kaybettikçe var olmayı seviyorum açıkçası. Kaybetmeyi de çok seviyorum. Çünkü; kazanmanın değerini anlıyor insan. Bolca kaybedince kazandığı şeyin değerini daha iyi biliyor. My Woman konusuna gelince, o bir film şarkısı ve filmdeki kareye uygun olarak biz bu şarkıyı geliştirmeye çalışıyorduk. Fakat içimizden öyle bir şey koptu ki, görüntüyü görmeden şarkıyı besteledik. Şarkı sonra görüntünün üzerine oturtuldu. Çünkü Kaybedenler Kulübü filmi bizim Kadıköy hayatımızı anlattığı için, Kadıköy yaşantımızın içinden kopan bir şarkı olduğu için kendiliğinden otomatik olarak bir dışa vurum oldu. Ve hiçbir plan yapmadan, hiçbir şey düşünmeden bir anda girildi stüdyoya ve yaklaşık bir buçuk iki saat içerisinde şarkı bitti. Ondan sonra gönderdiğimizde ‘abi siz ne yaptınız’ falan dediler. Biz de o sırada çay içiyorduk sahilde. Onun için My Woman benim hayatımda çok önemli yere sahip bir şarkı. Ve öyle planlanmış, oturup da üzerinde günlerce çalışılmış bir şarkı değil. 30 dakikada iskeleti, 45 dakikada melodisi toplamda bir buçuk saatte içimizden kopan bir şarkı oldu. Çok da mutlu olduk şarkı bitince. Tekrar dinleyince ‘ne yapmışız ya’ dedik.
“Benim de hayalim bu: Ne şan ne para ne şöhret… Önemli olan hep beraber, omuz omuza, yan yana ve mutlu bir şekilde, konserlerden huzurla ayrılıp, hep beraber hayata devam etmek.”
Popülarite ilginç bir mevzu. Öyle ki insan seni dinleyince sevdiği herkese dinletmek ama kendine özel bir alanda da muhafaza etmek istiyor. Senin popülariteye yaklaşımın nasıl? Daha büyük şöhret, para vs. hedefinde mi, değilse bunlara bu kadar çekici seçeneklerken tercih etmemeni sağlayan motivasyon kaynağı ne?
Valla şan, şöhret, villalar, arabalar benim umurumda değil. Ama benim umurumda olan tek şey, dostlarla yani dinleyicimle kucaklaşabilmek, onlara sarılabilmek, her konser benim için bir abi, bir kardeş kazanma şansı. Ben sahnede yaşamayı çok seven bir adamım. Canlı performanslarla yaşamayı çok seven bir adamım. Konserlerle ayakta durmayı seçtim. Daha çok yaşayarak ayakta kalmayı seviyorum. Onun için popülarite konusunda standart bakıştan uzağım diyebilirim. Hani altı ay içerisinde saman alevi gibi parlayıp, bir Türkiye turuyla işi bitirip, villama çekilip, bütün hayatımı garanti altıma alayım fikrinden yana değilim. Genelde dinleyicimde de ‘aman fazla kişi duymasın, ben evde bunu dinleyeyim’ düşüncesi oluyor. Bazı şarkıları saklar ya insanlar kendinde, beni de saklamak istiyorlar. İstediklerini yapsınlar, benim için önemli olan onlara duyduğum saygıyı, onlara duyduğum sevgiyi hissetsinler, ben onlarla ömür boyu yaşamayı hedef almış bir insanım. Hani jenerasyondan şimdi görüyoruz, altı yedi senedir sahnedeyim aktif olarak, yirmi senedir müzikle uğraşıyorum, bizim çocuklar üniversiteden mezun oldu. Bazıları evlendi, çocukları oldu yine konserlere geliyorlar ve yine görüyoruz biz onları. Alttan yeni jenerasyon geliyor. Bu şekilde de devam edecek. Benim de hayalim bu: Ne şan ne para ne şöhret… Önemli olan hep beraber, omuz omuza, yan yana ve mutlu bir şekilde, konserlerden huzurla ayrılıp, hep beraber hayata devam etmek.” Para, şan, şöhret sonra gelir zaten.
Hem takipçin olan üniversitelilere hem de seni bu röportajla tanıyacak olanlara önerebileceğin müzisyenler kimler? Kimleri dinleyip müzik yelpazelerini geliştirebilirler?
B.B.King dinlesinler, Bruise Pristine dinlesinler. Çok iyi bir ozandır Bruise Pristine. Modern ozandır. İngilizceleri yoksa internette sözlerinin Türkçe’ye çevrilmiş halleri de var. Gerçekten çok özel metinler yazıyor bu adamlar. Onun dışında tabii ki, bir Cem Karaca dinleyecekler, Neşet Ertaş’ı dinleyecekler. Aşık Veysel ve Kani Karaca dinlesinler. Hayko Cepkin dinlesinler. Erkut Taşkın dinlesinler. Çok özel insanlar bunlar benim için. Ama şöyle; bu insanları dinlerken hayatlarını da bilsinler. Neler yaşadıklarını da bilsinler. Dinledikleri müziğe, oradan yola çıkarak başladıkları zaman insanların ne yaşadıklarını, neden bu şarkıları yazıklarını da bilirlerse o zaman daha da anlamlı oluyor. Müziği bu şekilde geleneğine göre dinlemek çok önemli. Hem müziği geleneğine göre dinlesinler hem de dinlerken de sözlerini bu şekilde değerlendirsinler. Ondan sonrası çok daha keyifli hale geliyor.
Röportaj: Erkmen Özbıçakçı