Güncelleme Tarihi:
Mehmet CORAL
Bütün bir günü eski bir dostumla cennetbiçer şirketlerinin betonize etmeye hazırlandığı söylenen Aya Yorgi’de geçirdikten sonra gece olduğunda sıra palamar çözüp, kapağı Alaçatı’ya atmaya geldi. Bundan sonrasını anlatmak bu köşeyi oldukça taşırır ama az önce mangaldaki küle sürdüğüm kahveyi hele şöyleciğine çekeyim de, bir çeşitlemeye gireyim bari. Sürç-ü lisan edersek de affola gari…
Bugünden geçmişe
Çarşı girişindeki çay bahçesinin Orta Kahve tarafındaki köşesinde, beyaz alçı sütunların üzerinde, tebeşirden yontulmuş gibi Atatürk ve İnönü büstleri durur. Ata çarşı girişinde, diğeri yolun karşısında her gece tezgâh açan lavantacıyla lastik tekerlekli kırmızı arabasında haşlanmış mısır satan saman bıyıklıya bakar. İnönü’nün altında kaynamış mısır satan kadının şen şakrak sesini çarşının bir ucundan duyarsın.
“Buuyyrrunn effendiiimm… Buyyrrunn… Süt darı..”
Önce restoran, sonra gözlükçü, şimdi de bilme ne olan 40 yıllık Yıldız Bakkal’ın önünden içerilere doğru yürüyoruz. Esnaf kahvesinin karşısında, kasabanın yerlileri her gece eski taş evin önüne, aynen 50 yıl öncesinden beri süregeldiği gibi, sokağa sandalyelerini atmış, sakız beyazı örtülü masalarında, önlerinden akan kalabalığı hiç umursamadan, çay bardaklarıyla rakı tokuştururken mısırcı kadının tiz sesine kızıp, söylenmeye başlıyorlar.
-İsmet’in altındaki şakıyo gine…
-Paşa’nın yan baktığı yavuklusu mu ne? Ona mı nağme yapıyo dersin he, gara efe?
-Eh orasını bilimivcem gari, goca zeybek.
-Boşverin efeler, İsmet’in altında mısır kaynatılması Paşa’nın hoşuna bilem gideydir belkim!..
-He vallah… Bana galsa, haşlanmışı değil, patlamışı alırım.. Heh he..
-Ulen torun torba sehibi herifsin sen hacı emmi… Heç yakışiymi sana böle demek…
-(Hep birlikte gülüyorlar gevrek gevrek.) Kah kah kah… Koh koh koh…
Özgün olandan sıradanlaşmaya
Kasabanın ana arteri olan Kemalpaşa Caddesi, yaz geceleri donanma fişekleri gibi parlak, canlı, ışıklar içinde ve gürültülüdür. Daracık sokaklara sıralanmış masalarda genelde yakası açılmadık İstanbul dedikoduları duyulur.
Yürüyoruz, kimseyle ilgilenmiyormuşuz gibi. Dedikodu maytapları çakmaya başlıyor, sağımızda yol üzerine sıralanmış masalardan:
-Hayatım kadın marşandiz gibi; yavaş gidiyor ama her istasyonda duruyor, kalkarken de malı götürüyor. Bu kaçıncı koca? Sayısını ben bile şaşırdım…
-Ya fırıldak Jale’nin kocası olacak o talihliye ne diyorsun? Godoşlar olimpiyatında altın boynuz ödülünü ondan başkası alamaz herhalde!
-Şekerim geçen hafta Riviera’daydım. Daha ayağımızın tozunu silemeden, hadi bakalım Alaçatııı! Vallahi yorgunluktan bittim… Ama buralar biraz banal… İki gün kalıp, tekneyle güneye ineceğiz… Yani, var ya, ayaklarım sudan çıksın istemiyorum!..
Bodrum, Çeşme, Ayvalık… Antik çağdan bu yana binlerce yıl kendileri olan bu güzelim yerleşimler para girdikçe birbirlerinin aynısı oluyor. Aşağı doğru yürüdükçe ‘Tuval’in masalarının sokağın ortasına kadar taşan bir tanesinde oturanlar dar sokakta yürürken kendilerine çarpanlarla alçak profilden küfürleşiyor.
‘Agrilia’da doğum günü pastası kesenler yüksek sesle “İyi ki doğdun” diye tempo tutuyor.
Biraz ötedeki mekânda açılan bir fotoğraf sergisinin resepsiyonunda İstanbul sosyetesinin ünlü simaları fotoğrafçılara gülücük dağıtıyorlar, sırasını savan ‘Lavanta’da yemeğe oturuyor.
Caddenin sonuna kadar yürüyoruz. Zeynep Öziş’in neredeyse çeyrek yüzyıl önce Alaçatı turizminin ilk taşını diktiği, artık anıtsallaşmış Taş Otel’in yanından kıvrılıp, arka sokaklara giriyoruz. Avlulu bir taş evin önüne iskemlelerini atmış iki yaşlı geçmiş günlerden konuşuyor. İkisinin üzerinde de bir örnek çubuklu pijama altı, üstlerinde kolsuz atlet var. Önlerine masa yerine bir boş iskemle almışlar, üstünü de kopanisti peyniri, acur ve ot salatasından oluşan mezelerle donatmışlar; çay bardaklarına doldurdukları rakılarını tokuşturarak, veryansın ediyorlar geçmiş günlere:
Mübadele ile değişen hayatlar
“He bi göreceğindi sen bu civanmertlerin Balkan Savaşı’ndan sonra ilk göçlerle gelen bubalarını, Epir’in dağından, Serez’in bayırından, Rodop’un kırından geldiklerinde…
Hani baldırı çıplak, başıbozuk dirler ya; ne baldırı, .ötleri çıplağ idi, aha buraya endiklerinde. İç donlarıyla geldiler, yalın ayak, başı gabak... Hökümat onlara Rumlardan boşalan evleri verdi. Çoğu gafasının üzerinde dam görmemiş ömür boyu.
Şindi bunlar giriyolar evlere… Tek odalı Monospito ları geç bi kalem... He aslına bahsen, onlarda saray bunlar için ya. Ocağı va... Kereveti va... Ağkasında kömesi, yalağı, deposu, odunluğu va... Hele bi de iki katlı ‘Bunti’li, ‘Kamara’lı zengin konaklarına girenler va... Arka avlusu, sefa köşesi olan, soğma getsin... Orada artık osuruğuyle bit öldüreyler!.. Olmuş hepisi birer Eflak prensi, voyvoda… Heh heh..”
Zaman yırtılması
“İki paralel sokak arasındaki yaşamlarda nasıl bir zaman yırtılması var, değil mi?” diye soruyorum dostuma. “Evet” diyor, yüzü asılmış. “Tarihin acımasız arka planı bu.” Daha 40 yıl önce, caddenin ortasından lağım akar, gece olunca hayat sönerdi. Şimdi ise Hollywood filmi gibi oldu. Yapıların sadece ön cephesi ekranda, İçinde, ardında hayat yok. Her şey sanallaştı”
Çeşmede imbat hep denizden eser
Yürüyüp Hacı Memiş’e çıkıyoruz arka yollardan. Arabayı bıraktığımız yeri epey aradıktan sonra muradımıza eriyoruz. Artık sıra Şifne’de balığa durmaya geliyor!..
“Heeyy Yusuuuf… Sesim geley mi? Hazırla gari sabahki mezatta aldığın harbi deniz çipuralarından ikisini. Domates biber közle... Otları da şenlik ateşi gibi diz sofranın ortasına… Deniz börülcesinin taratoru bol olsun.. Ha bi de arka bahçede beslediğin aslanın sütünden biraz sağmayı unutma…”