Güncelleme Tarihi:
Kötü zamanlardan geçiyoruz. Sadece virüs belası ve onun yarattığı fizyolojik, psikolojik ya da ekonomik tahribat değil sorunumuz. Genel bir ahlaki çöküntü ve kurbanlarının yaşadığı, dillendiremediği, içine attığı travmasıyla her yeni güne başladığı bir taciz sarmalının da ortasındayız bir süredir. Yazar Hasan Ali Toptaş üzerinden başlayan ve diğer faillerin de isimlerinin zikredilmesiyle birlikte daha önce dillendirilmeyen, dillendirilemeyen taciz vakaları yavaş yavaş su yüzüne çıkar oldu. Bütün bu suçların üzerindeki örtüyü kaldıran elbette ‘sosyal medya’ denen (post)modern zamanlar ifade biçimi, tarzı oldu. Bu tarz elbette her şey gibi kullanılma yöntemi ve niyetine bağlı bir araç. İyi ve kötüyü aynı anda içinde barındırıyor ama bu kez bence varlığı, hayırlara vesile oldu ve tacizle karşılaşmış, bu suçun mağduru olmuş onca kadının seslerinin daha gür çıkmasına, birlikte güçlü bir şekilde dayanışmalarına, tek yürek olmalarına ortam hazırladı.
SANATI AYIRMALI MI?
Öte yandan bu hikâyenin kötü karakterinin bir yazar (sanatçı) olmasıyla birlikte yazı-çizi dünyası üzerinden yeni (aslında eski de sayılır) tartışmanın da kapısı aralandı. Neydi bu tartışma? Hemen açalım; bu türden günahlar (tabii ki adli suçlar da) işlemiş yaratıcıların eserlerine nasıl bakmalıyız, nasıl yaklaşmalıyız? Yani var olan kimliklerine ‘tacizci’ sıfatını da ekleyen bir yazarı, yönetmeni, oyuncuyu, ressamı, müzisyeni, besteciyi vs. bundan böyle tarih sahnesindeki yerlerine koyarken yarattıklarını, eserlerini, geride bıraktıklarını nasıl değerlendireceğiz? “Sanatçıyla sanatını ayrı ele almak lazım” mı diyeceğiz, yoksa “İkisi de aynı kişinin, kişiliğinin ürünü, eserlerini de reddetmek gerek” seçeneğine mi sarılacağız?
ZOR BİR DENKLEM
Zor bir denklem, zor bir yol ayrımı… Mesela ben kendi meslek (sinema yazarlığı) tanımımdan yola çıkayım: Roman Polanski’yi, Woody Allen’ı nasıl değerlendirmem lazım? Ki aslında bütün bu ana arteri açan cephenin sinema olduğu da malum; ‘Me too’ hareketini başlatan öncelikli nefret öğesi Harvey Weinstein denen ‘film yapımcısı’ sıfatına sahip ‘aşağılık yaratık’ oldu.
DİPSİZ KUYU
Dedim ya, zor bir dönemeç ve sanat tarihine bakıldığında karşımızda ‘dipsiz bir kuyu’ var. Kişisel suçlardan insanlık suçlarına uzanan geniş yelpazede akla birçok isim geliyor. Nazilere destek çıkan yazarlar (‘Açlık’ romanıyla bilinen ve Nazilere duyduğu sempati yüzünden halkıyla arası açılan Norveçli Knut Hamsun akla geliyor ilk elde) ayrı bir parantez mesela… Müzik alanında taze bir örnek: 2019 Ağutos’undan beri kendisine yönelik tepkiler ayyuka çıkan ve 30’un üstünde şarkıcı, dansçı, müzisyen sahne arkası çalışanı kadın tarafından taciz suçlamasıyla karşı karşıya kalan ünlü tenor Plácido Domingo, bu yılın şubat ayında kendisini cinsel tacizden suçlayan kadınlardan özür dileyerek ‘bütün sorumluluğu’ üstlendiğini açıklamıştı.
BENCE KRİTER ŞU OLMALI...
Peki nasıl bir noktanın izdüşümündeyiz? Kimilerinin de dillendirdiği gibi işledikleri suçları göz önüne bulundurduğumuz takdirde okunacak kitap, izlenecek film, dinlenecek konser kalmayacak mı? Bence kriter şu olmalı; ‘suçlu’ yaratıcının eserlerini tartışacak çizgiye gelmeden önce mağduru düşünerek ‘empati’ yapmalıyız. Evet, birçok suçlu yaratıcının kitabını, onun durumunu bilmeyerek okuduk, filmini izledik, müziğine kulak verdik, oyununu alkışladık, performansını göklere çıkardık (mesela Kevin Spacey) ama artık kimlikleri deşifre edilmiş durumdalar. Hem adli hem de vicdani açıdan.
Bu durumda hiçbir şey olmamış gibi davranıp “Oyna, devam” diyemeyiz ki. Desek bile bilinçaltımızın, vicdanımızın, içimizdeki o sesin doğru yapmadığımızı bize söylediğini elbette biliyoruz. Herkesten kaçabiliriz ama kendimizden asla… Sanat subjektiftir; bu yazı boyunca gezinmeye çalıştığımız sulardaki tartışmaya yaklaşım da öyle sanırım… İsteyen o yazarları okur, kitaplarını alır, isteyen o yönetmenlerin filmlerini izler; bu kişisel bir tercihtir ama ben yaratıcılarına dair bilgilendirmelerin ardından, yapıtlarına aynı hisleri beslemekte zorlananlar cephesindeyim. ‘Karar sizin ve de vicdanınızın’ diyerek son noktayı koyayım…
KİM Kİ-DUK DA LİSTEDEYDİ
Türkiye’de edebiyat çevrelerindeki taciz tartışılırken, perşembe günü yönetmen Kim Ki-duk’un Letonya’da koronadan hayatını kaybettiği haberi geldi. Güney Koreli sinemacı ‘Boş Ev’, ‘İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar’, ‘Yay’, ‘Nefes’, ‘Acı’ gibi filmleriyle tanınıyordu. Lakin kendisi üç kadın oyuncu tarafından taciz ve tecavüzle suçlanıyordu. Ölümünün ardından bu durumdan yeni haberdar olan kimi hayranları, hayal kırıklıklarını sosyal medyada belirtti.