Güncelleme Tarihi:
Fatoş Güney: BMW'leri sat, işe otobüsle git, gecekonduda oturalım. Ben de ırgat olacağım.
Yılmaz Güney: Irgatlığının ilk günü seni hastaneye kaldırırız. Sen o güneşte çalışamazsın.
Gani bey ile Birsen hanım biricik kızlarının neler yaptığını bir duyarlarsa.
‘‘Bir gazetede ilişkimiz haber olunca ailemden, çevremden büyük tepkiler gelmeye başladı. Ailem; ‘Bizim kızımız bir aktörle asla olamaz' dediler. Odamı Yılmaz'ın dergilerden kestiğim resimleriyle donatmıştım. Bir gün babam odama girip; ‘Kim bu adam' diye sordu. Ben de ‘Ünlü sanatçı Yılmaz Güney' diye cevap verdim. Babam; ‘Bizim fabrikada bundan yüz tane var' deyip gitti. İçinde yaşadığım o lüks hayatın anlamsız olduğunu düşünürdüm hep. Ama oradan çıkış neydi, neye tutunmaktı onu bilemiyordum. Benim yaşadığım dünyanın dışında bir dünya olduğunu Yılmaz bana gösterdi. Aramızda 16 yaş fark vardı. Daima kendisinin bana ihtiyacı olduğunu hissettirdi. ‘İki lisan biliyorsun, kültürün var, bana birçok konuda yardımcı olabilirsin'dedi. Bana bütün ilişkilerini, hayatını, yanlışlıklarını anlattı. Bu arada ailem beni tahsil için İsviçre'ye göndermeye karar vermişti. Amaçları Yılmaz'dan kaçırmaktı. Aslında o güne kadar benim de en büyük hayalim yurt dışında okumaktı. Ne var ki, benim için artık dünyanın temsilcisi Yılmaz Güney'di. O benim için büyük bir zenginlik, büyük bir kaynaktı. Evlendikten sonra ne kadar isabetli bir karar verdiğimi anladım. Yener, benim gözüm her ne kadar mavi görünüyorsa da, aslında kara galiba.’’
BABAEVİNİ TERK
Fatoş'un gözlerine dikkatle baktım, yıllar öncesindeki gibi içinde kaybolacak kadar engin mavi.
‘‘18 yaşına bastığım 1970 Haziran'ında anne ve babama bir mektup bırakarak evi terkettim. Mektupta; ‘Anneciğim, babacığım beni affedin' demiştim. Ne bir elbise, ne bir ayakkabı, yanımda sadece 7,5 lira param vardı. Babam mektubumu okuyunca küplere binmiş, ‘Benim Fatoş diye bir kızım yok, öldü' demiş. Anneme, anneanneme beni bir daha görmeme talimatları vermiş. Hatta o akşam bütün hakim ve avukat arkadaşlarını arayıp, beni Levent'teki evden alma çarelerini aramışlar. Fakat reşit olduğum için bir şey yapamamışlar. Evlendikten sonraki ilk Bayram'da onlarla barıştık, Yılmaz'ı tanıyınca onu çok sevdiler. Neyse, Yılmaz o günlerde askerliğini tamamlayıp İstanbul'a dönmüştü. Levent'te tuttuğu evi çok nefis şekilde boyatmıştı. Kırmızı pancurları, bahçesinde gülleri olan bir evdi. Annesiyle birlikte oturuyorlardı. Evin eşyalarını birlikte seçmiştik. Vapurla Karaköy'e geçip, bir taksiyle Levent'teki eve gittim. Evin önüne geldiğimde cebimdeki paranın yetmediğini gördüm. Kayınvalidemden para alarak taksi ücretini ödedim. Bu arada sette çalışan Yılmaz'a haber verdim, hemen koşup geldi. O akşam aileme birlikte gitmeye beni çok ikna etmeye çalıştı Yılmaz. ‘Beni tanıyınca düşüncelerinin yanlış olduğunu anlayacaklar' dedi. Fakat ben baba evine dönmemeye kesin kararlıydım. Bir ara; ‘Fatoş, benden çok gençsin, acaba seni zamansız dalından mı koparıyorum, fırtınalı yaşantıma katmakla iyi mi ediyorum?' diye hüzünlendi. Gitmeyeceğimi anlayınca beni annesine emanet ederek kendisi otele gitti. Ve 27 Haziran 1970 günü yıldırım nikahla evleninceye kadar ben o evde annesiyle kaldım, o ise otelde.’’
BABASINA DÜŞMAN
Sanırız ki bunlar yalnız filmlerde olur, işte size kapitalist bir babanın kızıyla devrimci bir gencin aşkı.
‘‘Yılmaz evliliğimiz ertesinde beni babasının Adana'nın Oymaklı Köyü'ne götürdü. Burada babasının hikayesi olarak çekeceği ‘Umut' filmini bana düğün hediyesi olarak armağan edeceğini söyledi. Aslında o düğün hediyesi olarak bana yeni bir dünyanın keşfini vermişti. Çukorova'nın uçsuz bucaksız pamuk tarlalarındaki ırgatların çatlamış topraklara alın terlerini nasıl döktüklerini gördüm. Kırsal kesimdeki insanları tanıdıkça benim bilincimde bir sıçrama oldu. O güne kadarki bütün dünyam, değerlerim yıkıldı. Fabrikatör babama bile düşman oldum, onu eleştirdim. ‘Sen Moda'da vaktini geçirirken, işçiler orada ölesiye çalışıyorlar. Bu bir sömürüdür' dedim. Sadece Çukurova manzarasını görmek bana yetmişti.’’
SİYASİ DERSLER
Boşuna dememişler, ‘‘boynuz kulağı geçer’’ diye.
‘‘Kısa süre sonra Yılmaz'ı da eleştirmeye başladım. Dedim ki; ‘Sen de kapitalizmin nimetlerinden yararlanıyorsun. Önce hemen şu BMW arabaları sat. Sonra bu evi bırakıp Kasımpaşa'da bir gecekonduya yerleşelim. Sen de işine otobüsle gidip gel. Ben de işçi olarak bir yerde çalışacağım.' Bunları çok inanarak söylemiştim. Yılmaz benimle dalga geçerek; ‘O zaman hemen babanın fabrikasında işçi olarak çalışmaya başla' dedi. Müthiş sinirlendim; ‘Hayır, ben Çukurova'da ırgat olarak çalışaçağım' diye bağırdım. Yılmaz; ‘Çalıştığının ertesi günü seni hastaneye kaldırırız, çünkü o güneşin kızgınlığına dayanamazsın' dedi. Sonra beni karşısına oturtup anlattı: ‘Bizim amacımız insanları tepeden aşağıya çekmek, iyi yaşantılardan kötü yaşantılara götürmek değil. Biz herkesin yaşam seviyesini yükseltmek, insanca bir yaşam düzeyine kavuşturmak istiyoruz. Ben otobüsle işe gidip gelemem. Türkiye'nin en tanınmış insanlarından biri olduğum için peşime yüzlerce insan takılır. Sen de babanın fabrikasında çalışamazsın. Ayrıca bu gibi bireysel çıkışlar bir çözüm değildir' dedi.’’
10 YIL HAPİSLERDE
Fatoş'un ayağında siyah şalvarla dolaşması hala gözümün önünde. Nasıl bir beyin yıkamadır bu?
‘‘Evet Yener, aylarca şalvarla dolaştım, hatta Hilton'a bile şalvarla gitmiştim. Bu konularda Yılmaz'ın bana hiç müdahalesi olmadı. Benim beynimi yıkayacak zamanı yoktu, yapısı da buna uygun değildi.Bunları öğrenmek için fazla zamanım da yoktu. Kitaplar okumaya başladım, Diyalektik Materyalizm'den felsefeye kadar. O arada hamile kaldım, oğlumuz Yılmaz dünyaya geldi. Zaten Yılmaz'la 16 yıllık evliliğimizin 10 yılı hapishanelerde geçti. Geriye kalan 6 yıl da parçalanmış bir zaman dilimi. Türkiye'den ayrıldıktan sonra bir de hastalık çıktı. Aslında benim Yılmaz'dan çok kayınvalidemle birlikteliğim var.’’
Cezaevinde bile silah taşırdı
‘‘Yılmaz silahını yanından hiç eksik etmezdi, cezaevlerinde bile silah taşırdı. Dönem dönem çeşitli marka silahlarımız olurdu. Ben Yılmaz'ı tanıyana kadar insanların karanlık sokaklarda, köşe başlarında bir köpek gibi öldürüleceklerini, faili meçhul cinayetlere kurban gideceklerini bilmezdim. Yılmaz bugün yaşasaydı yine silah taşımak zorunda olacaktı. Bence bugünkü bütün faili meçhuller silah taşımadıkları için kayboldular. Doğum günümde bana bir Smith Wesson tabanca hediye etmişti. Maslak'taki poligonda, evimizin bahçesinde silah talimleri yaptırırdı bana. Silah kullanmasını çok iyi öğrenmiştim.’’
Evliliğin her günü için bir çakıltaşı
‘‘Yılmaz 1978'de İmralı Yarıaçık Cezaevi'nde yatarken bana büyük bir sürpriz yapmıştı. Evliliğimizin her günü için sahilden binlerce çakıl toplamış. Bu binlerce çakıl taşını kendisini ziyaretimde iki çuval içinde bana teslim etti. İmralı'dan binbir zorlukla taşıyıp getirdiğim bu taşları hala saklıyorum.’’