Güncelleme Tarihi:
Dr.Muhlis Akar
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
NAMAZ, oruç ve hac gibi formel ibadetler İslâm’ın temel ibadetleri maddeten ve manen yardımcı olmak; ruh, beden ve çevre olmakla birlikte; başta ana-baba ve aile fertleri olmak üzere; eş dost, komşu ve akrabalara karşı görev ve sorumlulukları yerine getirmek; hasta, yaşlı, ihtiyaç sahibi ve engelli kimselere temizliğine riayet etmek, zararlı maddeleri yollardan kaldırmak da birer ibadettir. Aynı şekilde; insanlara güzel söz söylemek, güler yüz göstermek, selâm vermek, kardeşlik hukukunun gereğini yerine getirmek, insanlar arasında adaletle hüküm vermek, kazancı helâl yollardan temin etmek, İslâmî prensiplere uygun olarak ticarî ve iktisadî faaliyetlerde bulunmak; haram ve günahlardan uzak durmak yine geniş anlamda birer ibadettir. Bu bakımdan ibadet; hayatın bütününü kuşatan bir kulluk eylemidir denilebilir. Allah’ı anma vesilesi olan ve hayatın bütününü kuşatan ibadetler hakkıyla eda edildiğinde, müminlere Allah katında şeref ve değer kazandırır. İmanın olgunlaşmasını, ruhların yücelmesini, gönüllerin huzura kavuşmasını, kalplerde Allah sevgisinin yerleşip yeşermesini sağlar. Müminleri, zararlı alışkanlıklardan, çirkin iş ve günahlardan, yanlış söz ve davranışlardan uzaklaştırıp ahlâkî erdemlere kavuşturur.
Başkalarının açlığı
İslâm’ın beş temel esasından biri olan ve varlıklı müminin yerine getirmekle yükümlü olduğu zekât ibadeti de her şeyden önce yüce Allah’ın verdiği mal ve servete bir teşekkürdür. Kul, zekâtını vermekle nimetin asıl sahibine şükür borcunu ödemiş olur. Zekât, fertleri mal ve servete karşı aşırı düşkünlük ve cimrilikten koruyup cömertlik erdemine kavuşturur; kulun gönlünü cimrilik ve haset gibi manevî kirlerden, servetini ise ihtiyaç sahiplerinin haklarından arındırır. Zekât, sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı sağlayan bir vasıtadır. İnfak ruhuna ve paylaşım ahlâkına sahip müminler, sadece kendileri için yaşamaz, başkaları için de fedakârlıkta bulunurlar. Sahip oldukları mal varlığını gerek zorunlu olan zekâtla, gerekse sadaka gibi diğer gönüllü yardımlarla ihtiyaç sahipleriyle paylaşır, onlarla aralarında merhamet, muhabbet ve güven bağları kurarlar. Zira Müslüman kişi, “Ben tok olayım, başkasının açlığı beni ilgilendirmez” diyemez. En yakınından başlamak üzere toplumun her kesiminde aç kalanların ıstırabını yüreğinde hisseder ve gereğini yapar.
Piyasayı canlandırır
Zekât sayesinde, İslâm toplumunun varlıklı kesiminden yoksul kesimine doğru mal ve gelir transferi, aynı zamanda gönüllere doğru sevgi ve saygı akışı sağlanır; alan ile veren arasında gönül köprüleri ve kalıcı dostluklar kurulur. Zekât, fitre, sadaka ve vakıf gibi müesseseler işletilerek toplumda açlık, yoksulluk ve fakirlik probleminin çözümüne katkı sağlanır. Böylelikle toplumun farklı kesimleri arasında oluşan nefret, kin, haset ve düşmanlık gibi olumsuz duygu ve düşüncelerin yerini; karşılıklı anlayış, sevgi, saygı, toplumsal barış ve huzur alır. Hırsızlık, gasp, yağmalama, dilencilik gibi insan onurunu rencide eden olumsuz tutum ve davranışların önüne geçilir. Mala ve cana karşı işlenen suçlar azalır. Zekât, malı arındırıp bereketlendirir; serveti yalnızca zenginlerin elinde bulunan bir güç olmaktan çıkarıp, fakir ve muhtaçların da istifadesine sunarak onların alım güçlerini artırır; piyasayı ve ekonomik hayatı canlandırır.
Zekâtın yükümlülüğü
Zekât, kişinin dünyada elde ettiği malı Allah yolunda harcamasını sağlayarak onu ahiret yatırımına dönüştürür. Sevgili Peygamberimiz, veren elin alan elden daha hayırlı olduğunu ifade etmişlerdir (Buhârî, Zekât, 18). Şüphesiz bu ifadeyle, alan elin hayırsız olduğu kastedilmemiş; sadece hayır yarışında vermenin daha önde bir eylem ve erdem olduğuna dikkat çekilerek insanlar iyilik yapmaya, hayırda yarışmaya teşvik edilmiştir. Böylece Allah katında daha hayırlı bir konuma yükselmek isteyenlerin, zekât ve infak bilinci sayesinde helâlinden çalışıp kazanmaları, üretken olmaları, insanlık için faydalı konuma gelmeleri hedeflenmiştir. Kuşkusuz bu hedeflere ulaşabilmek için zekâtın sırf Allah rızası için verilmesi ve verme adabına riayet edilmesi gerekir. Zira zekât dinî bir yükümlülüktür. Bu nedenle zekât yükümlülüğü yerine getirilirken verilecek kişiler incitilmemeli, onurları rencide edilmemelidir. Malın helalinden ve kalitelisinden verilmeli; verirken kendilerine, yüce Kur’anın ifadesiyle; “...Biz size sırf Allah’ın rızası için veriyor, Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve bir teşekkür istemiyoruz.” (İnsân, 76/9) denilmelidir. Verdikten sonra da yapılan iyilik asla başa kakılmamalı; her türlü gösteriş ve riyadan uzak durulmalıdır.
DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULU KARARLARINDAN
VESVESE Vesvese; nefs ve şeytanın meydana getirdiği iç karışıklık, aslı olmayan ihtimaller, kuruntular ve akla gelen düşüncelerin tesirinde kalma hali olarak değerlendirilmektedir. Hz. Peygamber mü’minlere vesvese ile hareket etmemelerini tavsiye etmiş, vesvesenin dini- hukukî bir hüküm doğurmayacağını bildirmiştir. (Buhârî, Talâk, 11). Bu yüzden kalbe doğan vesvese sebebiyle kişinin dinine zarar gelmeyeceği gibi günahkar da olmaz. Kalbe doğan düşünceler, eyleme dönüştürülmedikçe sorumluluk yoktur. Bu itibarla, kişi bu tür vesveselerden etkilenmemeli, böyle bir halle karşı karşıya kaldığında kendisine iyi şeyleri telkin etmeli, zaman zaman Nas ve Felak surelerini okumalıdır.
RAMAZAN SÖZLÜĞÜ
İtikafa nasıl girilir?
İTIKAF, niyet ederek bir camide Allah’a ibadet için inzivaya çekilmek demektir. Kadınlar camide değil evlerinde namaz kıldıkları odada itikafa girerler. Ayrıca kadınların itikafa girebilmeleri için ay halinde ve loğusa olmamaları gerekir. İtikâfa giren kimse, camide yer içer, uyur. Bu ihtiyaçlar için camiden dışarı çıkamaz; çıkarsa itikaf bozulur. Tuvalete gitmek, abdest almak ve gerektiğinde gusletmek için camiden dışarı çıkabilir. İtikâfa giren kimse, bu süre içinde kendisini dünya işlerinden ayırarak Allâh’a yönelir; ibadetle meşgul olur, tefekkür eder, zikir yapar. İtikafta iken cinsî münasebette bulunmak itikafı bozar. Fakat, rüyada ihtilam olmak itikafa mani değildir.
RAMAZAN SÖZLÜĞÜ
Başkasına el açmadan geçinmek esastır...
HZ. Peygamber (sav) Medine’de kendisine gelerek bir şeyler isteyen bir sahabiye “Evinde hiç bir şeyin yok mu?” diye sorar. Sahâbî, bir örtü ve bir bardaktan başka bir şeyleri olmadığını söyler. Bunun üzerine Efendimiz, onları getirmesini söyler. Resûlullah (sav) onun getirdiği eşyaları eline alarak orada bulunanlara, “Kim bunları satın almak ister?” diye sorar. Mini bir müzayededen sonra o eşyalar iki dirheme alıcı bulur. Hz. Peygamber muhtaç sahabiye “Bu dirhemlerin birisiyle yiyecek satın al ve ailene götür. Diğer dirhem ile de bir keser satın alıp yanıma gel.” Der. Sahâbî keseri getirince Allah Resûlü ona bizzat kendi eliyle bir sap takar ve “Git, bununla odun topla ve sat. Seni on beş gün boyunca da görmeyeyim.” diye uyarır. Resûlullah’ın bu tavsiyesi üzerine Medineli sahâbî, topladığı odunları satar ve on beş gün sonra, on dirhem biriktirmiş olarak çıkagelir. Kazandığı paranın bir kısmı ile elbise, geri kalanı ile de ailesine yiyecek satın alır. Bu sahâbînin başarısını gören Resûlullah (sav), ona şu öğütte bulunur: “Bu şekilde (çalışarak başkalarına muhtaç olmadan geçinmen) senin için, kıyamet gününde yüzünde dilencilik lekesi ile gelmenden daha hayırlıdır.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 26,1641)
Hazırlayan: Dr. Mahmut Demir
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı
Peygamberi Sevmek
Dr. Hüseyin KARAPINAR
MÜSLÜMAN için en büyük nimet İslam, en büyük mutluluk İslam dinine mensup olmaktır. Çünkü o bilir ki, dünya ve ahiretteki gerçek mutluluk İslam’ın ilkelerine uymakla elde edilir. Nitekim Kur’an-ı kerim şu ayette İslam’ı nimet olarak tanımlamaktadır: “... Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim...” (Maide, 5/3) Kendisi için hayati önem taşıyan bir nimeti elde eden kişi, o nimeti göndereni ve getireni sever, sayar, ona minnet duyar. İslam nimetini gönderen Allah, getiren de Peygamberdir. Hz. Peygamber insanlığın kurtuluşlu için çalışmış, bu yolda her türlü sıkıntıya katlanmıştır. İnsanların hidayetine sevinmiş, sapıklıkta kalmasına üzülmüştür. Bunun bilincinde olan Müslüman’ın hayatında peygamber daima önceliklidir. Rabbimiz de bunun böyle olmasını istemiştir. O şöyle buyurur: “Peygamber, müminlere kendi canlarından daha önce gelir. Onun eşleri de müminlerin analarıdır...” (Ahzab, 33/6)
Allah Teala ve peygamber (s.a.s) Müslüman’ın kendilerini her şeyden daha çok sevmeleri gerektiğini, aksi halde gerçek Mü’min olamayacaklarını bildirmişlerdir.
Rabbimiz şöyle buyurur: De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda çalışmaktan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin..!” (Tevbe, 9/24)
Rasulüllah’ın şu sözü de aynı anlamdadır: “Sizden biri beni babasından, anasından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe (gerçek olarak) iman etmiş olmaz” (Buhari, İman, 8).
Bir gün Hz. Ömer Rasulüllah’ın elinden tutup; “Ey Allah’ın elçisi! Ben seni canımdan başka her şeyden daha fazla seviyorum” dedi. Buna karşılık Hz. Peygamber; “Hayır öyle deme. Bana hayat veren Allah’a yemin ederim ki, sen beni canından daha çok sevmedikçe (olgun müm’min olamazsın) “ buyurdu. Bunun üzerine Ömer; “Vallahi ben artık seni canımdan daha çok seviyorum” dedi. Hz. Peygamber; “İşte şimdi oldu ey Ömer” dedi. (Buhari, el-eyman ve’n-nüzûr, 3)
Ashabın, Rasulüllah’a hitaplarında en çok kullandıkları sözlerden birisi, “anam babam sana feda olsun...” cümlesidir. Onlar bunu sadece sözde bırakmamışlar, yaşantıları ile de kanıtlamışlardır.
Uhut savaşında, düşman galip duruma gelip, öldürmek için Allah Resulüne saldırdıklarında, ashabı onun etrafında etten bir duvar örmüş, kendisine yöneltilen kılıç darbelerini kollarıyla, mızrak ve okları göğüsleriyle karşılamışlardır.
Dikkat çekici bir olay da şudur: Bazı kabileler Peygamberden, kendilerine İslam’ı öğretmeleri için davetçi istediler. Fakat Hz. Peygamberin gönderdiği on sahabiye tuzak kurarak sekizini öldürdüler, ikisini esir ettiler. Bunlardan Zeyd ismindeki sahabiyi, Bedir savaşında babası öldürülen Safvan b. Ümeyye’e sattılar. Müşrikler onu öldürmek üzere Mekke dışına çıkardılar. O zaman henüz Müslüman olmamış olan Ebu Süfyan Zeyd’e; “ ister misin, şu anda burada boynu vurulacak olan Muhammet olsaydı da, sen de evinde rahat uyusaydın?” dedi. Bu soruya Zeyd’in cevab şu oldu: “Vallahi, değil burada benim yerime Muhammed’in olmasını istemek, ben evimde ailemle otururken, onun ayağına bir diken batmasına bile gönlüm razı olmaz” (İbn Hişam, Siret, III, 117, 118)
Peygamberi sevmek ibadettir. Çünkü bunu Allah ve Rasul’ü emretmiştir. Müslümanlar ilk günden bu güne onu bu bilinçle severler. Onun özlemi ile yaşarlar. Bir gün Hz. Peygamber arkadaşlarına bir şeyler anlatıyordu. Çölden gelen bir Müslüman kalkıp, kıyametin ne zaman kopacağını sordu. Rasulüllah buna cevap vermedi. Adamın sorusunu tekrarlaması üzerine; “Peki kıyamet için ne hazırladın?” dedi. Adam boynunu büktü, “Ey Allah’ın elçisi, çok fazla orucum, namazım ve sadakam yok. Fakat ben Allah’ı ve resulünü çok seviyorum” dedi. HZ. Peygamber; “Sen ahrette sevdiklerinle beraber olacaksın” buyurdu. (Ahmet, III, 167) Birisini sevmenin gereği, onu kırmamak, isteklerini yerine getirmektir. Hz. Peygamberi sevmenin gereği de, onun izinden gitmek, onun getirdiği dinin gereklerini yerine getirmek, onun yaşadığı dini hayatı yaşamaktır.
Rasulüllah’ın dualarından birisi şöyleydi: “Allahım! Beni seni sevmekle ve sevgisi senin katında bana fayda verecek olanı sevmekle rızıklandır” (İbn Ebî Şeybe,VI, 76)