‘‘Moulin Rouge (Kırmızı Değirmen) başka değirmenlere benzemez, burası 'keder ve efkár'ın öğütülerek yaşam sevincine dönüştüğü yerdir. Mistinguette, Josephine Baker, Maurice Chevalier, Zizi Jeanmaire
gibi ünlü müzikhol yıldızları burada sahne almışlardı. 19. yüzyılın sonlarında ise Mouline Rouge, kankan dansçılarının tiz çığlıkları eşliğinde şampanyanın su gibi aktığı, Toulouse-Lautrec
ve yazar çizerlerin şaşmayan uğrağıydı. Fransa'nın en sevilen, en popüler şairlerinden biri olan Jacques Prevert,
işte bu müzikhole bitişik bir apartımanda otururdu. (...)Prevert'
in, Clichy
Bulvarı'na bakan bu taraçayı paylaştığı komşusu ise Boris Vian'
dan başkası değildi.’’
MERHABA JÖN TÜRK
Boris Vian'ın komşusu olan
Jacques Prevert'in o günlerini anlatan, yakın dostu fotoğraf sanatçısı
Güneş Karabuda'dan başkası değildir.
Karabuda'nın, YKY'dan çıkan
‘‘Zaman Bahçesinden Portreler’’ adlı kitabında sadece
Prevert yer almıyor elbette.
Pablo Neruda'dan
Salvador Dali'ye,
Olof Palme'den
Salvador Allende'ye bir dizi isimle ilgili son derece çarpıcı anekdotlar aktarıyor.
Paris'le ilgili bir fotoğraf kitabı hazırlayan
Güneş Karabuda, kitabına önsöz yazmayı kabul eden
Prevert'in kapısını çaldığında
‘‘Merhaba Jön Türk!’’ nidasıyla karşılanır. Kendisine seslenen, ünlü şairden başkası değildir ve 1921 yılında Fransız işgal güçleriyle birlikte bir yıl İstanbul'da kaldığı için bir hayli aşinádır Türk tarihine. Aradan geçen zaman zarfında da Türkiye ile hep ilgilenmiş, hatta Názım'ın affı için Fransa'da başlatılan kampanyada ilk imzayı atmaktan da çekinmemiştir.
K
arabuda, Prevert'in sorularına rahatlıkla cevap verir vermesine ama aynı rahatlığı Küba lideri
Fidel Castro'nun karşısında hissettiği pek söylenemez doğrusu. Çünkü,
‘‘elindeki aile boyu Cohiba purosundan bir nefes çeken’’ Castro,
‘‘Amerika'ya bu kadar körü körüne bağlı olmanız şart mı?’’ demiştir. Aslında
Karabuda'nın aklından geçen,
‘‘Sizin Rusya'ya bu kadar bağlı olmanız şart mı?’’ türünden bir karşı sorudur ama tutacaktır kendisini...
Ordunun darbe yapıp yönetime el koyduğu gün de,
Salvador Allende belgeseli için Şili'dedir
Güneş Karabuda. Dolayısıyla, olup bitenlerin hepsine bizzat tanıklık edecektir. Moneda Sarayı'nın bombalanması bunlardan biridir söz gelişi. Avlusunda yaşlı kadınların örgü ördüğü, çocukların oyun oynadığı bu saray, Şili Hava Kuvvetleri'ne ait uçaklar tarafından bombalanacak, içeri girenler
Allende'nin cesediyle karşılaşacaktır. Ve belgesel de yarım kalacaktır ne yazık ki.
‘‘Zaman Bahçesinden Portreler,’’ Karabuda'nın yıllarını boşa geçirmediğini gösteren önemli bir kanıt...
Palme'ye yazık oldu‘
‘(Olaf) Palme'yle kişisel dostluğumuz eskiye dayanırdı. Daha başbakan olmadan önce, milli eğitim bakanıyken, eşimle katıldığımız konferans ve sempozyumlarda sık sık karşılaşırdık kendisiyle. O dönemde yapmakta olduğumuz belgeselleri ilgiyle izlediğini söyler, uzak ve değişik ülkelerin sorunlarını bir de bizden dinlemek isterdi. Türkiye'yi merak eder, ilginç sorular sorardı, sohbet havasında saatlerce tartıştığımız olurdu. Sorunlara değişik, mantıklı, akılcı çözümler getiren, gerçek bir demokrattı
Palme (...) Yazıktır ki,
Palme, ne Güney Afrika'da ırkçı rejimin sona erdiğini, ne de yirmi sekiz yıl hapis yattıktan sonra saçlarına ak düşmüş halde 'dışarı' çıkan 'ihtiyar delikanlı'
Nelson Mandela'nın ülkenin cumhurbaşkanı olduğunu görebildi.
Ingrid Bergman hep terkedildiIngrid, akşam eşiyle sinemaya gitmişti. Bilinmeyen, duyulmamış bir İtalyan filmi olan
'Roma Açık Şehir' dikkatlerini çekmişti.
Film Ingrid'i son derece etkiledi (...) Sinema çıkışında afişin önünde durmuşlar,
Ingrid eşine,
'Petter, filmin rejisörü kimmiş acaba? İsmine bakalım!' demişti. Rejisörün adı,
Roberto Rosselini'ydi. Bu ismi taşıyan adam yüzünden
Ingrid, eşini ve kızını terk edip İtalya'ya gidecek,
Rosselini'nin filmi
'Stromboli'de oynayacak, Hollywood tarafından afaroz edilecek, İtalyan yönetmenle evlenip ondan çocuk sahibi olacak ve tam sekiz yıl Amerika'ya dönmeyecekti (...)
Bu fırtınalı aşk, beş altı yıl sonra küllendi.
Rosselini bu kez Hintli bir kadına kör kütük áşık olup
Ingrid'i bıraktı. İlk karşılaşmamızdan birkaç yıl sonra
Ingrid'i tekrar gördüm. O da, bir tiyatro prodüktörü olan
Larb Bchmit adında bir İsveçliyle evlenmişti (...) Mesleğindeki başarıyı, özel yaşamında görmek
Ingrid'e nasip olmamıştı.
Lars Schmit'le olan birliktelikleri on iki yıl sonra sona ermiş ve ayrılmışlardı. İki kocası da, milyonlarca insanın hayran olduğu bu ilginç ve güzel kadına başka kadınları tercih ederek onu terk etmişti!’’
Neruda: Názım'ın kıymetini bilemediniz‘‘
Neruda'yı Paris'te tanımıştım, ortak dostlarımız vardı.
Asturias, Julia Cortazar, Edita Morris ve sevgili
Abidin ağabey, yani
Abidin Dino, bunlardan bazılarıydı. 1970 yılının sonbaharıydı;
Neruda, Salvador Allende'nin başında bulunduğu sol partiler koalisyonu ‘Unitad Popular'a destek vermek üzere, ülkesine gitmeye hazırlanıyor, bana da
‘İstersen sen de gel, Şili için heyecanlı günler başlıyor' diyordu. Gerçekten o yolculuk, kısa ömürlü, mutlu sonla bitmeyen coşkulu günlerin başlangıcıydı.
Şili, ülke ve politik deneyim olarak beni o kadar etkilemişti ki, üç dört ay sonra ailece gidip Şili'ye yerleştik! İki yıl yaşadığımız bu ülkede, sık sık
Neruda'yla buluşup görüşüyordum (...) Anımsarım, gene böyle bir gün bana,
‘Bize şair diyorlar eksik olmasınlar, asıl gerçek şair Názım Hikmet'ti. Yazık, siz onun kıymetini bilemediniz.’’