Güncelleme Tarihi:
Prof. Dr. Mehmet Özdemİr*
MEŞHUR Arap edebiyatçı Ali el-Carim, “Hiçbir mezarın başında Endülüs için dökülen kadar göz yaşı dökülmedi” diyerek ifade eder Müslüman vicdanında Endülüs için duyulan tükenmez sızıyı. Gerçekten de her Müslümanın içinde bir sızı depreşir Endülüs adını duyduğunda. Çünkü Endülüs alelade bir coğrafya, bir toprak parçası değildir. Bir cennettir tabiî güzellikleriyle şairin şu dizelerinde dillendirildiği gibi:
“Ey Endülüslüler! Ne kadar da şanslısınız/ Su, gölge, ırmak ve ağaçlar (hepsine sahipsiniz)/ Ebedî cennet sizin ülkenizde sadece/ Burayı seçerdim (bir yeri) seçmem gerekse/ Cehenneme girme korkusu taşımayın asla!/Çünkü girilmez cehenneme cennetten sonra..”
Doğrusu Endülüs şairin dizelerinde anlatmak istediğinden çok daha fazlasına sahiptir. İlk dönem Müslümanının taşıdığı ıslah ve imar fikrinin ete kemiğe bürünmesinin ve yüksek bir medeniyet hamlesiyle taçlanmasının sembolüdür Endülüs. Miladî 8. yüzyıl başlarında İber Yarımadası’na ayak basan Müslüman fatihler, buraya, kendileriyle birlikte taze bir hayat nizamını da taşıdılar. Bu nizam içerisinde üç semavî dinin mensuplarına aynı devletin çatısı altında yaşama, kutsallarını koruma ve varlıkları sürdürme imkanını sağlandı. Bu sayede karşılıklı bir “teârüf” (bilişme, tanışma, etkileşme) süreci başladı ve Endülüs Medeniyeti dediğimiz olgu, işte bu sürecin bir sonucu olarak tezahür etti. Endülüs, bir açıdan başlı başına bir hadarîleşme/ medenîleşme öyküsüdür. Öykünün en canlı sahnelerinden birini, ülkede artan Müslüman varlığıyla birlikte hızlanan şehirleşme olgusu teşkil eder. Bir şehir ortamında doğan İslam, yayıldığı her coğrafya gibi Endülüs’te de şehirleşmenin başlıca itici gücü olmuştur. Bunun neticesi olarak, 712’de fethedildiğinde kaderleriyle baş başa kalmış, metruk pek çok Vizigot şehri, ülkede canlanan ekonomik ve ticarî faaliyetlere paralel olarak, yeni hayat damarlarına kavuşmuşlar, gerçek birer şehir görüntüsü kazanmaya başlamışlardır.
BATIDA PARLAYAN YILDIZ
Endülüs’te şehirleşme serüveninin en canlı tanığı, Kurtuba’dır. Miladî yedinci yüzyılın ilk yıllarında ufak bir kasaba görünümünde olan Vizigotlar’ın Cordobası, takip eden iki yüzyıl içinde 120 bin hanesi, bine yakın cami ve mescidi, bir o kadar han ve hamamı, çarşıları, yine binli rakamlarla ifade edilen atölyeleri ve toplamda 500 bine yaklaşan nüfusuyla o günün dünyansının üç büyük kentinden biri haline gelmiştir. Sokak ve caddelerinin temizliği, çarşılarının canlılığı ve zenginliğiyle İstanbul’da, Almanya’da, Venedik’te yahut Kastilya’da artık adından gıpta ile söz edilen ‘İdeal kent’tir Kurtuba, tıpkı miladî onuncu yüzyılda yaşamış Alman rahibe şair Hroswitha’nın satırlarında “Yeryüzünün batıda parlayan pırlantası” olarak nitelenmesi gibi.
Endülüs medeniyetinde Kurtuba biricik örnek değildir. On birinci yüzyılda Tuleytula, İşbiliye, Sarakusta, Uşbûne, Meriyye, Dâniye, Gırnâta, Turtûşe, Veşka, Lâride, Batalyevs, Mâride de, birkaç bin nüfuslu ufak kasabalardan yüz-yüz elli bin nüfuslu büyük kentlere dönüşmüştür. Bu kentlerin her biri, hanları, hamamları, çarşıları, mesire yerleri, yazlıkları, bağ ve bahçeleri, özellikle de içleri cenneti andıran saray ve köşkleriyle yarışma halindeydiler birbirleriyle. Pek az ülkenin edebî literatüründe Endülüs şehirlerinin güzelliklerini anlatan şiir ve nesir zenginliğinin bir benzerine tesadüf edebiliriz. İşte bu büyük ve zengin şehirleriyle on birinci yüzyılda Endülüs, tartışmasız Avrupa’nın en medenî ve en müreffeh ülkesidir. İspanyol şehir tarihçisi Torres Balbas’ın ifadesiyle Endülüs şehirleri sadece binalarıyla değil farklı dinlerden ve renklerden insanlarıyla da göz kamaştırmaktaydı. Şehir çarşısı Müslümanı, Hristiyanı, Yahudisi, Arabı, Berberisi, zencisi, Kastilyalısı, Frankı, Venediklisi, Basralısı ve Bağdatlısıyla adeta muhtelif renklerden teşekkül eden bir resim tablosu gibiydi. “Dilleriniz ve renklerinizin farklı olması Allah’ın ayetlerindendir” emr-i ilâhîsi, Endülüs çarşılarında herkesin görerek anlayacağı en açık tefsirine kavuşmaktaydı.
MÜSLÜMANLARIN VEDASI
Endülüs insanı coğrafyayı vatanlaştırmak için çok uğraştı. Ülkeyi su kemerleriyle donatarak, ziraat alanında bir “yeşil devrim”e öncülük etti. Medreseler inşa etmek ve ayrıca her mescidi bir medreseye çevirmek suretiyle eğitim düzeyi yüksek bir toplum vücuda getirdi. Coğrafyanın bütün zenginlikleri ve farklılıklarını kullanarak, kendine has bir sanat ve estetik üslup ortaya çıkarabildi. Daha sonra “Arte Mudejar” adıyla dünya literatürüne damgasını vuracak olan bu üslup, bu gün dahi İspanya’dan Meksika’ya, Mısır’dan Fas’a ilham kaynağı olma vasfını muhafaza etmektedir. Gerek Doğu’dan getirdiği gerekse kendi ilmî mahfillerinde telif ettiği sayısız kitapla, Endülüs insanı, günümüz medeniyetine hayat damarlarından birini kazandırdı. Endülüs’ün zengin kütüphanelerindeki eserler on iki ve on üçüncü yüzyıllarda muhtelif batı dillerine tercüme edilmemiş, bir diğer ifadeyle İspanya’da Endülüs kökenli on üçüncü yüzyıl Rönesans’ı yaşanmamış olsaydı, günümüz medeniyetinin öncüsü olan Rönesans ve Reform hareketleri ne ölçüde gerçekleşebilirdi? Bu henüz cevabı verilebilmiş bir soru değildir. 1492’de Müslümanlar işte böyle bir Endülüs’e veda ettiler. Şairin dediği gibi, bu ülke ırmağıyla, ağacıyla gölgesiyle bir cennetti. Fakat, aynı zamanda camileri, hanları, hamamları, sarayları, dağ eteklerine inci gibi dizilmiş yazlık köşkleri, yüzbinlerce kitabı içinde barındıran kütüphaneleri, hasıl-ı kelam medeniyet alanında işlenen amel-i salihleriyle de bir cennetti. Müslümanlar, 1492’de Gırnata düşünce bu cenneti yitirdiler. O günden bugüne Endülüs artık “yitik cennet” anlamında el-firdevsü’l-mefkûd diye anıldı. Nice ağıtlar yakıldı, nice göz yaşları döküldü. Bütün bunlar karşısında Endülüs bir gün dile gelse, herhalde şöyle derdi: “Beni ağlayarak bulamazsınız, lakin anlayarak ihya edebilirsiniz.”
* Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve
Sanatları Bölümü
KURAN’DAN ÖĞÜTLER
HİLE YAPANLARIN VAY HALİNE: “Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay hâline! Onlar insanlardan (bir şey) ölçüp aldıkları zaman, tam ölçerler. Fakat kendileri onlara bir şey ölçüp yahut tartıp verdikleri zaman eksik ölçüp tartarlar. Onlar, büyük bir gün; insanların, âlemlerin Rabbinin huzurunda duracakları gün için diriltileceklerini sanmıyorlar mı?” (Mutaffifîn, 83/1-6) KAYNAK: KUR’AN’DAN ÖĞÜTLER- Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
SURELERE iSiM VEREN AYETLER
NEMİ SURESİ: Mushafta 27’nci, iniş sırasına göre 48’inci sure ismini 18. ayetteki “Karıncalar” anlamındaki “Nemi” kelimesinden almıştır. Ancak, kimi kaynaklarca Hz. Süleyman kıssası nedeniyle “Süleyman” ve 20. ayette anılan “Hüdhüd kuşu” nedeniyle “Hüdhüd sûresi” adlarıyla da anılmıştır. Surede “Allah’ın birliği, peygamberlik, vahiy ve ahiret hayatı” başlıca konulardır: “...Nihayet Karınca vadisine geldiklerinde, bir karınca şöyle dedi: ‘Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; aman, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!’ Onun bu sözünden dolayı Süleyman neşeyle gülümsedi ve ‘Ey rabbim’ dedi, “Gerek bana gerekse ana babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya beni muvaffak kıl. Rahmetinle beni iyi kullarının arasına kat.”
Din nedir?
Mezhep nedir?
Prof. Dr. Hasan ONAT
DİN ve mezhep kavramları sıklıkla birbirine karıştırılmakta, mezhep ve din özdeşleştirilmektedir. Sorunun din konusundaki bilgi boşluğundan ve tarih bilinci eksikliğinden kaynaklandığını düşünmekteyiz.
Dinin ne olduğunu anlayabilmek için Hz. Muhammed’in peygamber olarak görevlendirildiği zaman dilimini biraz anlamaya çalışalım. Hz. Muhammed Mekke’de yaşamaktadır. İçinde yaşadığı toplumda tek Tanrı’ya inanan, Hanifler denilen kimseler bulunmasına rağmen, dini inancın hakim rengi putperestliktir. Hz. Muhammed, peygamber olmadan önce tek Tanrı’ya inanmaktadır. “el-emin” sıfatını hak edecek kadar güven kazanmıştır. 40 yaşlarında iken peygamberlikte görevlendirilmiştir. Allah’tan aldığı vahiyle insanları uyaran Hz. Muhammed, insanları Tevhid’e yani Allah’ın var ve bir olduğuna inanmaya çağırmış; öldükten sonra dirilecekleri söylemiştir. Onun çağrısını kabul edenler Müslüman olmuştur. Kısaca İslam Allah’a teslimiyettir.
HZ. MUHAMMED’İN SAĞLIĞINDA
Tevhid, ahret ve nübüvvet, Kur’an’ın inanılmasını istediği kurucu ilkelerdir. Bu ilkelere inanan her insan Müslümandır ve İslam dairesi içindedir. Kur’an dinin özünü şöyle özetler: “Rabbimiz Allah’tır deyip dosdoğru olanlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. İşte cennetlikler bunlardır; yaptıkları güzel işlere karşılık olarak orada sürekli kalacaklardır.” (Ahkaf, 13) İslam hakkında birazcık bilgi sahibi olan her insan, Hz. Muhammed’in sağlığında herhangi bir mezhebin olmadığını gayet iyi bilir. Kur’an, ısrarla, “hepiniz birden Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılmayın” (Al-i İmran, 103) diyerek birlik beraberliğe davet eder. “Dinlerini paramparça eden, her grubun kendi sahip olduğu ile övündüğü kimseler gibi olmayın” (Rum, 32) buyurarak, din konusunda bilinçli ve duyarlı olmaya çağırır. Hz. Peygamber de, mü’minleri bir vücudun organlarına benzeterek, kardeşliği pekiştirmeye çalışmıştır.
HZ. ALİ İLE SAVAŞANLAR
Hz. Peygamber’in vefatından sonra, dört Halife döneminde de herhangi bir mezhep yoktur. Ancak Müslümanlar arasında ilk ciddi ihtilaf Hz. Peygamber’den sonra kimin halife olacağı konusunda çıkmıştır. Uzun tartışmaları müteakip Hz. Ebu Bekir üzerinde karar kılınmıştır. Bilindiği gibi Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali şehit edilmiştir. Hz. Osman’ın ölümünden sonra Müslümanlar dört gruba ayrılmışlardır. Birincisi meşru halife olarak Hz. Ali’nin etrafında yer alanlardır. İkincisi, Cemel’de peygamberimizin eşi Aişe’nin yanında yer alarak Hz. Ali ile savaşanlardır. Üçüncüsü Şam’da Muaviye’nin grubudur. Dördüncüsü ise hiçbir grubu desteklemeyen, hepsinin hatalı olduğunu söyleyen tarafsızlardır. Daha sonra Hz. Ali ile Muaviye arasında Sıffin Savaşı yaşanmıştır. Dikkat edilecek olursa, bu savaşlar, binlerce Müslümanın hayatını kaybetmesine yol açmıştır. Ancak Müslümanlar arasında henüz itikadi bir farklılaşma yoktur. Aynı şekilde bir mezhep ayrılığı da söz konusu değildir. Olup bitenlerin ana sebebi, siyasettir, iktidar kavgasıdır. Olayların arkasında tarihi Emevi- Haşimi çekişmesinin yattığını söylemek mümkündür.
SIFFİN SAVAŞI VE HAKEM OLAYI
Sıffin Savaşı ve sonrasında ortaya çıkan Hakem olayı İslam Tarihi açısından bir kırılma noktasını işaret eder. Hz. Ali’yi küfürle itham ederek onun saflarından ayrılan bir grup, bir süre sonra Hariciler adını alarak sadece kendilerinin Müslüman olduğunu iddia etmeye başlar. Böylece İslam’da ilk mezhep ortaya çıkmış olur. Hariciliğin doğuşunda elbette belirleyici olan iktidar kavgasıdır. Ancak bunun yanında hızlı sosyo-kültürel değişme, bedevi hayattan yerleşik hayata geçiş, kabilecilik, kaos ortamından kurtulma arzusu, adil ve otoriter idare arayışı da etkili olmuştur. Daha sonra Hariciler, kendi düşüncelerinin dini temellerini inşa etmeye başlamışlardır.
Bu anlatmaya çalıştığımız hususlar din ve mezhep arasındaki bazı temel farkları ortaya çıkartmıştır. Dinde belirleyici olan Tanrı’dır; mezhebi kuran, geliştiren insandır. Bütün mezhepler Hz. Muhammed’in vefatından sonra ortaya çıkmıştır. Adı ne olursa olsun, bütün mezhepler beşeri oluşumlardır. Hiçbir mezhep, İslam’la özdeşleştirilemez. Bir kimsenin Müslüman olması için herhangi bir mezhebe, meşrebe, cemaate, tarikata bağlı olması gerekmez. Yarın “mezheplerin niçin beşer ürünü” olduklarını ele alalım.