Güncelleme Tarihi:
Paris-Match Dergisi son elli yıla damgasını vurmuş kişileri ve olayları bir araya getirdi
Fransız Paris Match Dergisi, 50'nci yıldönümünü çeşitli faaliyetlerle kutluyor. Son sayısında bu kez 1949-1999 arasında Fransa ve dünya tarihinde öne çıkmış kişi ve olayları sunuyor. Üstelik her ünlü kişiyi, bir başka ünlünün kaleminden okuyoruz.
Sinemacı Andre Techine'nin kaleminden Catherine Deneuve
Şöhrete 20 yaşındayken ‘‘Cherbourg Şemsiyeleri’’ filmiyle kavuştu. Ellisinden sonra bu defa ölümsüz kadın güzelliğinin sembolü oldu.
Catherine benim için öyle bir esrar ve öyle bir karmaşa ki. Öyle çok yüzü var ki, genç bir sinemacı ona baktığında yeni şeyler keşfedebilir. Zirveye ulaşmış bir oyuncunun tam tersidir o. Bir sinemacı için bir depo, tükenmez bir depodur. Deneuve'ü ‘‘Amerikalar Oteli’’nde tanıdım. Bu film belki de onun en güzel gözüktüğü filmdi; çünkü hayatın belli bir yaşına tekabül etmeyen bir güzelliği vardı. Çekim esnasında beni çok şaşırttığı bir sahne oldu. Biarritz'de bir gece Deneuve'ün okyanusa atlayarak intihara kalkıştığı sahne. Hava çok soğuktu, korkunçtu. Hastalanmasından korkuyorduk. Büyük bir cesaretle işini yaptı sonra kayboldu. Bir de baktım ki odamda, viski içiyor, müzik dinliyor, çok mutlu, çünkü sahnenin iyi geçtiğini düşünüyor. Catherine'in sesini çok severim ben. Parmakların arasından kayan, hızla akan, nabız atışı gibi bir sestir bu.
Naomi Campbell’in kaleminden Mandela
Nelson Mandela 27 yıl boyunca hapiste apartheid'e karşı savaştı. Nobel Barış Ödülü sahibi Mandela 1994'te 76 yaşında Güney Afrika'nın ilk siyah başkanı oldu. Onu ünlü siyah manken Naomi Campbell anlatıyor.
Onu ilk kez New York'ta 1990'da gördüm. Nelson Mandela geldi. Yeni hapisten çıkmıştı. O görüntüyü hiç unutmayacağım. Işıldayan, gülümseyen, olumlu enerjiyle dolu bir güneşe benziyordu. En büyük rüyam gerçekleşiyordu: ‘‘Şerefli’’ bir insanla tanışmak; İngilizlerin kullandığı anlamda, o kelimenin kendi gerçek anlamında. Mandela'nın bütün zenginliğini de bir kahvaltı sırasında keşfettim. Onca sınavdan sağsalim geçmeyi başarabilmiş bir insan. Yaşlanmış, ama gardiyanlarına veya işkencecilerine kin beslemeyen bir adam. Kimseye karşı kin gütmeyen birisi. Kendi acısının üstesinden gelmeyi başarmış, intikam duygularını yok etmeyi becermiş biri. İşte bu nedenle onu kimsenin kolay kolay erişemeyeceği bir örnek olarak tanımlıyorum. Bir gün bana ‘‘benim küçük fahri kızım’’ adını takmıştı. Bu iltifatı çok ciddiye alıyorum; büyük bir onur bu. Özellikle de onun başkanlığını yaptığı Çocuklar Vakfı'nın hayır işlerinde çalışırken bu ‘‘unvanı’’ kullanıyorum. Nelson Mandela benim hayatımı değiştirdi. Vermeyi öğretti. Olmayanlarla konuşmayı öğretti. Nelson Mandela her şeyi değiştirdi: Benim için, siyahlar için, bütün insanlık için.
Lech Waleasa’nın kaleminden Gorbaçov
Sovyet Komünist Partisi'nin son Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov, 1985'te SSCB'nin başına geçti. Bu reformcu, 1991'de SSCB'nin yıkılmasından sonra Boris Yeltsin tarafından tasfiye edildi. Onu, Dayanışma Sendikası lideri, Polonya eski cumhurbaşkanı, Nobel Barış Ödülü sahibi Lech Walesa anlatıyor.
Doğu Avrupa'daki dönüşümlerde büyük bir rol oynadı, ama bunu baskı altında yaptı. İktidara geldiğinde Gorbaçov ne freni ne de motoru olan bir otomobilin şoföründen farksızdı. Tek yapacağı yoldan aşağı kaymaktı. Başka bir seçim hakkı yoktu. Batı'da perestroyka nedeniyle popülerdi, ama Ruslar için sadece bir komünistti. Halk onun fikirlerini anlamadıysa belki de nedeni bunları anlatama-masıdır. Gorbaçov ve ben bariyerin aynı tarafında değildik, ama her zaman çok iyi ilişkilerimiz olmuştu. Dost olarak kaldık. Hatta patronumuz bile aynı: Bir Amerikalı. Bizim için konferanslar düzenliyor, beraber katılıyoruz. Bugün Gorbaçov hala kapitalizmle sosyalizm arasında üçüncü bir yolun olabileceğine inanıyor, ama Rus halkı onu anlamıyor. Halk Gorbaçov'un düşüncelerini elli yıl sonra, Rusya işlerini yoluna koyduktan, krizin parçaladığı bir ülke olmaktan çıktığı zaman anlayacak. Yalnız öyle bir anda Gorbaçov'un yeniden seçilme şansı var.
Çocuklarının kaleminden Kennedy
1960'da 43 yaşında seçildiğinde, ABD'nin en genç başkanıydı. Siyahların kurtuluşunu ve sosyal adaleti Amerika'nın öbür rüyası haline getirdi. Dallas'ta 1963'te öldürüldü. Onu küçük yaşta babasız kalan çocukları Caroline ve John F. Kennedy Jr. anlatıyor.
Hayatımız boyunca her zaman birileri bize gelip, ‘‘Biliyor musunuz, babanız hayatımı değiştirdi’’ demiştir. Her şeyden önce John Fitzgerald Kennedy hem kendi çağdaşlarına hem de kendinden sonra gelen kuşaklara, politikanın asil bir meslek olabileceği fikrini aşıladı. Başkan Kennedy için tarih kasvetli bir soyutlama değil, insanların ülkemiz için iyi olanları korumak için verdikleri mücadelede ifadesini bulan canlı bir akıştı. Babamız sık sık ‘‘Fark yaratmak için tek bir insan yeter; şansımızı denemeliyiz’’ derdi. Ailemiz John Fitzgerald Kennedy'nin anısını, onun fikirlerini hayata geçiren, onun ülkemiz için sahip olduğu vizyonu benimseyen ve dünyanın daha da iyiye gitmesi için çalışan kişileri ödüllendirerek yaşatabileceğini düşündü. Bu nedenle John Fitzgerald Kennedy Profile in Courage Award'u (John Fitzgerald Kennedy Cesaret Ödülü) oluşturduk. O sıralarda itiraz sesleri yükselmişti: ‘‘Artık cesur politikacı yok. Bu ödülü verecek kimseyi bulamazsınız.’’ Ama yanılıyorlardı. Siyasi hayatın her alanında ‘‘Profiles in Courage’’ (Cesur Kişiler) kitabında yayınladığımız listede yer alabilecek birçok insan vardı. Bu erkekler ve kadınlar var ve iyi olduğunu düşündükleri şeyler için çok çalışıyorlar; çabaları ve cesaretleri zaman zaman gölgede kalsa bile.
Vaclac Havel'nin kaleminden Duvarın yıkılışı
Berlin'i (ve dünyayı) ikiye ayıran duvar 1961 ağustosunda yapılmıştı. 9 Kasım 1989'da ise Avrupa’nın doğusu ile batısı duvarın yıkılışıyla yeniden birleşti. Bu büyük olayı, ünlü yazar ve Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Havel anlatıyor.
Siz, ben, hepimiz biliyorduk ki demirperde bir gün ortadan kalkarsa Berlin Duvarı da yıkılacaktı; ya da tam tersi Duvar yıkıldığında demirperdeyi de kendisiyle birlikte yok edecekti. Gerçekten de bu oldu: Prag'lıların Batı Almanya Büyükelçiliğinin önünde bekleyen Doğu Alman vatandaşlarına çay getirişini, hepsinin Batı Almanya'ya doğru otobüslerle yola çıktıklarında duyduğu sevinci hiç unutamam.
O anlar çılgınlık ve coşku anlarıydı; komünizmin yönettiği kendi dünyamıza ait olmayan her konudaki müthiş cehaletimizle birleşen o olağanüstü saatler ideallerimizi hayallerle besliyordu. Batı'yı yalnız dıştan, vitrinlerinden, mallarının tükenmez bolluğundan, otomobillerinden, televizyon yayınlarının çekiciliğinden tanıyorduk. Batı konusundaki idealleştirilmiş bu vizyonumuz, ekonomik mucizenin sıkı ve çok çalışmayı gerektirdiği, genellikle büyük bir güvensizlik duygusu aşıladığı ve herkesi kendi sorumluluğuyla başbaşa bıraktığı gerçeğini içermiyordu. İstediğiniz şeyi garantilemeden karşılığında çok şey istemekteydi. Devrimin coşkusu içinde, hayatlarının bir cennete dönüşeceğini sananlar çoktu. Bu, hapishanenin kapıları açıldığında mahkumları sarmalayan aldatmacanın aynısıydı.
Söylemeye gerek var mı; yeryüzü cenneti randevuya gelmemişti.
Christophe Dugarry’nin kaleminden Zidane
26 yaşında. Artık futbol evreninin en çok aranan 10 numarası. Fransa futbolda dünya şampiyonu olunca o da Fransa'da bir ulusal kahraman haline geldi. Onu, şampiyon Fransız milli takımının ve Marsilya takımının forvet oyuncusu Christophe Dugarry anlatıyor.
Bir dostluğun doğmasını, yaşamasını ve bu kadar güzel olmasını sağlayan o küçük şeyleri nasıl anlatmalı... İşaretler vardır... Oğlu Enzo doğduğunda (Fransa Ümit milli takımıyla birlikte çalışıyordum) telesekreterimde bir mesaj buldum. Sesi titriyordu. Oğlunun benimle aynı günde doğduğunu söylüyordu. Doğru hastaneye koştum. Doğası gereği Zizu kendini öne çıkarmayı sevmez. Ancak insanları tanıyıp onlara güvendikçe açılır. Bu son altı ayda çok şey öğrendi. Star sistemi sayesinde o aşırı çekingenliğini aşabildi. Bugün artık isyan edebiliyor, kendisine saygı duyulmasını sağlayabiliyor. Ne olduğunu (dünyanın en iyi futbolcusu) ortaya koyabiliyor. Aslında ailesiyle birlikte ıssız bir adada yaşamayı tercih ederdi. Bunun nedeni kuşkusuz kökeni: Cezayir.