Güncelleme Tarihi:
Ermeni vakıflarının avukatı Diran Bakar'ın, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün açtığı ve kazandığı davaların hiçbir kamu yararı sağlamadığı yönündeki görüşünü, Rum vakıfları avukatı Murat Cano da destekliyor. Üstelik Cano, vakıflardan geri alınan malların ilk sahiplerine ya da mirasçılarına iadesinin kamusal hiçbir yarar sağlamadığı gibi, ciddi bir zarara yol açtığı üzerinde duruyor. Çünkü eski sahiplerine iade edilen taşınmaz malların mirasçıları artık yurtdışında yaşayan yabancı uyruklu kimseler oldukları için, emlakçılar ya da şebekeler onları bulup, vekalet alıyor ve taşınmazları kapattıyorlar. Bu da Türkiye'den dışarıya açık ya da gizli olarak para transfer edilmesi ve mafyanın güçlenmesi anlamına geliyor.
Rum vakıflarının bu alandaki sorunlarını görüşmek üzere gittiğimiz Murat Cano, yalnızca azınlık vakıflarının sorunlarını konuşmanın hiçbir anlam ifade etmeyeceğini söylüyor. Çünkü azınlıkların sorunları vakıflarının kullanamadıkları haklarıyla sınırlı değil. ‘‘Bu ülkeden onbinlerce azınlık göç etti. Buna karşılık en büyük Rum vakfı olan Balıklı Rum'un 1974'den sonra elinden alınan mal sayısı 82'dir. Hangi konu daha önemli sizce?’’
Azınlık vakıflarının mal edinememe, edinilmişlerin de geri alınması sorununun hukuki olmaktan çok daha farklı temel nedenleri olduğunu söylüyor Cano. Mesele temelde siyasi ama siyasi uygulama ile idari ve hukuki uygulama arasında da bir birlik yok. Cano bu konuda çok dikkat çekici bir örnek veriyor: ‘‘Cumhuriyet dönemindeki bu makamların kararlarına rağmen, 1974'den sonra adına yolsuz tescil diyerek malları geri almaya başlıyor. Ancak, 1981'de bir genelge çıkıyor ‘gayet gizli' kaydıyla. Lozan'a dahil bütün ülkelerin dışişlerine gönderiliyor, bir tek Türk mahkemelerinden gizli tutuluyor! Genelgenin çıkışı şöyle: Rogers'la Kenan Evren görüşürlerken konu Rum azınlıkların sorunlarına geliyor, Evren de general ya, çözeriz bunu diyor. Bir genelgeyle 'azınlık vakıflarının 1936'dan sonra edindikleri malların geri alınması duracak, alınmış kararlar infaz edilmeyecek' emrini veriyor. Şimdi bu genelge hala yürürlükte ama genelgeye rağmen idari birimler dava açmaya devam ediyor. Peki bu ülkeyi Bakanlar Kurulu idare etmiyor mu? İradesi yok mu?’’
DEVLET İÇİN TEHLİKE
Ermeni ve Musevi vakıfları için daha önce sözünü ettiğimiz uygulamalar Rum vakıfları için de geçerli. 1912 yılında çıkan ‘‘Gayrimüslim-lerin emvali gayrımenkuleye tasarruflarına mahsus kanunu muvakkat’’ adlı bir yasayla Fener Patriği’nden cemaati hangi kiliseler etrafında toplanıyor ve hangi malları kullanıyorsa bunların listesi isteniyor. Arkadan Lozan geliyor, antlaşmada temel hükümler yer alıyor. Sonunda da 1936'da vakıflar yasası geliyor. Bu yasa çerçevesinde de cemaat vakıflarından ellerindeki malları bildirmeleri isteniyor. İşte bu mal beyanı kırk yıl sonra vakfiye yani vakıf senedi sayılıyor. Buna dayanılarak 36'dan sonra alınan mallar tek tek ellerinden alınıyor. ‘‘Bu ne vakıflar yasasıyla, ne medeni yasayla ne de devletin sürekliliği ilkesiyle bağdaşıyor. Vakıf senedini kurucuları hazırlar, mahkeme denetler, onaylar, bu andan itibaren tüzel kişilik kazanır, faaliyetlerini de Vakıflar Genel Müdürlüğü düzenler. Statü budur. Hiç kimse kurucunun yerine geçerek herhangi bir belgeyi vakıf senedi olarak nitelendiremez, uygulama yapamaz’’ diyor Murat Cano.
1936'dan yıllarca sonra, 8 Mayıs 1974'de çıkan ve 1936 yılından sonraki bütün kazanımları da hukuken geçersiz sayan genel kurul kararının, Balıklı Rum Hastanesi'yle ilgili bir davada verilmesini de ilginç buluyor Cano.
‘‘Bir Yahudi ya da Ermeni vakfı söz konusu olsaydı o dönem, belki böyle bir karar çıkmazdı diyorum. Ama 1974 Mayıs Kıbrıs'ta durumun çok gerginleştiği bir dönemdi. 8 Mayıs 1974 tarihli genel kurul kararının sonradan değişen ama bizim gizli değer yargılarımızı çok güzel açıklayan ilginç bir gerekçesi var: Yabancıların güçlenmesinde, devlet için tehlikeler mevcuttur. Oysa T.C. Devleti ırk ve din esasları üzerine kurulmuş bir devlet değil. Temel ölçü, devlete yurttaşlık bağıyla bağlı olmaktır. Bu devleti de çok zedeleyen bir bakış açısı.’’
Aslında gerek Yunanistan'ın gerekse Türkiye'nin sorun çıkartmak istediklerinde azınlıklarını yedek malzeme olarak kullandıkları bilinmeyen bir şey değil. Ama Yunanistan 1979'dan bu yana hiç değilse daha eşitlikçi bir tutum aldı diyor Cano: ‘‘1979 yılına kadar, Yunanistan'da Rum asıllı olmayan ülke yurttaşlarının taşınmaz mal edinmeleri idari makamların iznine bağlıydı. Dolayısıyla oradaki Türk azınlık da mal edinemedi. Ama Yunanistan bir Avrupa hukuku şemsiyesi altına girdi ve Avrupa Topluluğu mahkemesi bu maddenin eşitlik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle maddeyi iptal etti.’’
HER YIL YENİ DAVA
Azınlık vakıflarının sorunları mal edinmeleriyle sınırlı değil. Gerek vergi yasaları gerekse seçim kurallarıyla da başları dertte. Cemaat vakıfları birer ticarethane değil hayır kurumu olmalarına rağmen kendilerinden kurum vergisi talep ediliyor. Oysa medeni kanuna göre kurum vergisi, vakfın kendinden değil teşekküllerinden alınıyor. Örneğin Koç Vakfı'nın bir şirketi olduğu için, vergi bu şirketten alınıyor. Ermeni vakıfları avukatı Diran Bakar bu konuda birkaç örnek veriyor:
‘‘Bizim Yedikule Ermeni Hastanesi bir yan kuruluş değil, kendisi bizatihi vakıf. Vergi alınmaması lazım ama hastaneyi de vergi mükellefi yaptılar, dört beş dava açtık, hepsini de kazandık. Kadıköy'deki Surp Takavor Kilisesi'nden de vergi istediler, düşünün. Üsküdar'daki yetimhanemizden her sene kurumlar vergisi isteniyor. Her sene dava açıp kazanıyoruz, ertesi yıl yine istiyorlar.’’
Murat Cano'ya göre devletin, vakıfları yasaların öngördüğü biçimde denetlemek gibi bir derdi de yok. ‘‘Sembolik olarak açık ol, bunun dışında dilediğini çal çırp ama şunlara, şunlara dikkat et, diyor. Zaten bunun için de dilediği adamlar azınlık vakfının yönetimine gelsin istiyor. Bir yönetim seçimi düşünün ki, seçtiğiniz insan idari makamlarca atanmadıkça görev yapamıyor. Daha baştan kimin seçime girip girmeyeceği belirleniyor. Onların içinden de vakfın yararını çok fazla gözetmeyecek kişiler tercih ediliyor. Yani devlet denetimi bilerek işletilmiyor. Gerekli işlemi yapmamakta kendi çıkarı var devletin. Çünkü vakıf hukukuna aykırı uygulamalara göz yumma bir bedel karşılığında olur.’’
1974'den bu yana tam yirmi dört yıl geçti. Azınlık vakıflarının sorunları her gün biraz daha çözümsüzlüğe gidiyor. Cumhuriyetimizin 75. yılını çeşitli etkinliklerle kutladığımız şu dönemde, azınlık vakıflarının haklarından yana geriye dönük yeni yasal düzenlemeler yapmanın ve her şeyden önce böyle bir sorunun varlığını kabul etmenin tam zamanı.
Olmazsa ne olacak?
‘‘İnsan Hakları Mahkemesi'ne gideceğiz’’ diyor Diran Bakar. ‘‘O da çok ağır bir iş.’’
1981 yılında Kenan Evren imzalı ‘‘çok gizli’’ bir genelgeyle, azınlık vakıflarının mallarının geri alınması esasına dayanan 1974 kararının uygulanmaması isteniyor. İsteniyor ama idari birimler o gündür bu gündür aynı uygulamayı sürdürüyorlar. Sonuçta siyasi uygulama, idari ve hukuki uygulama birbirini tutmuyor. Buna da hukuk devleti adı veriliyor.
İnsan Hakları Derneği Azılıklar Komisyonu yetkilisi Hüseyin Aygül, istediği kadar T.C. yurttaşı sayılsın, azınlıkların her zaman ‘‘yabancı’’ kabul edildikleri görüşünde. ‘‘Türk vatandaşı olan bir Ermeni'yi yabancı addeden bir hukuk devleti olur mu? Bu zihniyet vakıflara dayatılıyor ve malları ellerinden alınmaya çalışılıyor. Örneğin Tuzla'da yetim çocukları barındıran bin metre karelik bir Ermeni çocuk kampı için, ilk sahibine iade kararı verilmiş. Şimdi aynı şey Darülaceze için olsa herkes ayağa kalkar. Bunun gibi yüzlerce örnek var. Sonuçta bu insanlara açıkça ‘Türk olsaydınız yapabilirdiniz' deniyor.’’