Yarın gece İstanbul'da Emek Sineması'nda yapılacak Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) ödül töreninde sahneye, Yeşilçam'ı bebeklik yıllarından bu yana tanıyan ve neredeyse 50 yılını ona veren bir duayen çıkacak: Kadri Yurdatap. SİYAD'ın 2002 Emek Ödülü'nü almaya hak kazanan Yurdatap, sinemanın, temel direklerinden biri olup da yüzü perdeye hiç yansımayan, bu arada pek de sevilmeyen bir kesiminden. Bir yapımcı. Yani maliyeti düşürmeye, paraları az ya da geç ödemeye çalışan, ‘‘sanat manat anlamam’’ deyip satmayacak hikayelere prim vermeyen, her şeye maydanoz olmayı kendinde hak gören ‘‘patron’’lardan. Üstelik Yeşilçam'ın en melodramlı, en fakir ve mağrur döneminden yetişme. Ama, bugüne kadar 95 Türk filmine imza atan Yurdatap'ı bu klasik yapımcı tiplemesinden ayıran pek çok şey var. Evet en ‘‘bildiğimiz’’ Türk filmlerinin de yapımcısı oldu; kimi zaman en sıradan avantürlerden, en bayıltıcı zengin oğlan-fakir kız ağdalarından, hatta şu meşhur Türk usulü seks filmi çağında, Kazım'a Ne Lazım'lardan da çekti. Ama çok sayıda filmi de Türk Sineması'nda önemli bir yer edindi. Bugüne kadar, bir dolu yönetmenin ilk filmini en çok destekleyen o oldu; kadın yönetmenlere en fazla desteği veren, star sistemine kızıp star olmayanlarla en çok
film yapan da... Ayrıca Türk Sineması'nı yurtdışında en çok temsil edenlerden, en çok ödülü alanlardan. Kısacası, Yeşilçam'ın ciğerini bilenlerden, daha doğrusu bizzat ciğerlerinden biri Kadri Yurdatap. SİYAD Başkanı Atilla Dorsay onun için, ‘‘geçmişten gelip hálá film yapımında çalışan tek isim’’ diyor. Diğerleri pes etti. O bugün 71 yaşında, filmlere para yatırmaya, onları doğru düzgün çekmeye, izletmeye çalışıyor. Son yıllarda, inanıp da para yatırdığı filmlerin aldığı ödüllerin sayısı da giderek artıyor. Dolayısıyla Emek Ödülü'nü son derece hak eden bir yapımcı. Evet başlangıçta sanat kaygısı olmamış olabilir, kimin vardı? Ama Dorsay'a göre ‘‘kaliteye önem veren’’ ender yapımcılardan o. Özellikle son 20-25 yıldır. Üstelik patronların genelde sevilmediği Yeşilçam'da, oyuncusundan yönetmenine, set işçisinden teknisyenine, herkesin sevdiği biri. Ve uluslararası festivallerde ilk defa stand açmayı başaran, pek lisan bilmemesine rağmen yabancılarla konuşup onlara Türk Sineması'nı tanıtmaya çalışan bir dernek yöneticisi. Sekiz yıldır Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği (SESAM) Başkanı.Kadri Yurdatap 1932 yılında İstanbul Üsküdar'da doğdu. Babası Türkiye'nin en eski mürettiplerinden Selami Münir Bey'di. O yüzden onun da çocukluğu ve ilk çalışma yılları Babıali'de geçti. Babası, çocuklarının kendi harçlıklarını çıkarması gerektiğine inandığı için, daha 15 yaşındayken başlayıp, sekiz yıl boyunca ünlü Saatli Maarif Takvimi'nin arka sayfalarını yazdı. İstanbul Erkek Lisesi'ni bitirdiği yıl olan 1950'de, Şaka mecmuasının sahibi Cemal Erksan'ın teklifiyle, sekiz yıl sonra ilk kez Türkiye'de gösterilen Rüzgar Gibi Geçti'nin kitapçığını hazırlamış, kitapçık çok satınca, tam 100 lira kazanmıştı. Aslında iyi bir öğrenciydi ve mühendis olmak istiyordu. Puanları da İTÜ'nün o zaman sayısı dört olan bölümlerinin hepsine yetiyordu. Ancak tam o yıl üniversiteye girişte sınav sistemi getirilip, o da sınavda miyop gözleriyle en arka sıraya düşünce, kazanamadı. Bunun üzerine girdiği Tıp Fakültesi'ni de, Tabiat Bilgisi en sevmediği ders olduğu için, üç yıl sonra bıraktı.FİLME STAR BULAN GAZETECİBu arada Babıali'den çıkmadı: Kitap dağıtımından Türkiye Turizm Kurumu'nun dergisini çıkarmaya, Cihat Baban'ın Tercüman'ına röportajlar yapmaktan Yeni Yıldız'ın yazıişleri müdürlüğüne, pek çok yazı-çizi işi yaptı. 19 yıl boyunca, Akbaba dergisinin yazıişleri müdürüydü. Ancak Yeni Sabah'ın pazar eki için hazırladığı ‘‘Türk Perdesinde Pazar’’ adlı sinema sayfası, onu bugünlere getiren şey oldu. Sinemayla ilk ciddi ilişkisiydi bu. Bu alanın ilk ‘‘magazinci’’lerinden, hatta paparazzisi sayılabilir. Bütün ünlülerle ahbap, hepsinin bir cümle adı geçsin diye gözünün içine baktığı gazeteci. Sonra bu durumu ilerletti, 1960'ta kendi sinema dergisini çıkarmaya başladı. Tam 88 hafta piyasaya çıkan Sinema 60, Artist mecmuasının, daha sonra da Ses'in rekabetine dayanamadı. Ama bir dönem, yaptığı yarışmalarla Türk Sineması'na star kazandıran yayınlardan biriydi.Dergicilik tek başına para kazandırmadığı için, afiş, lobi faaliyetleri, filmlere oyuncu bulma gibi işler yapmaya başladı sinemaya. Yani kapağı ağır ağır Yeşilçam'a atıyordu. Sonunda film çekmeye başladı. Önce Ülkü Erakalın'la ortak, sonra tek başına. Ülkü Film, ardından Kadri Film ve 1975'te, bugün hálá yaşayan Mine Film adına. Öyle bir çevresi vardı ki, yapımcı olmak isteyen Ertem Eğilmez gibi insanlar onu şöyle ikna etmişti: ‘‘Sen bir şey yapmayacaksın, hatırını araya koyup Fatma'yı, Türkan'ı oynatacaksın!’’ İlk filmi 1963'de çekilen, Türkan Şoray, Tanju Gürsu, Çolpan İlhan'lı Tek Suçumuz Sevmek'ti. Filmler, Adana'dan 40 bin lira, İzmir'den 50 bin lira, Samsun'dan 25 bin lira ‘‘avansla’’ çekiliyordu o zamanlar. Bu paraları verenler, o şehirlerde filmleri dağıtacak olan aracılardı.Günümüz sinemasının bilgisayarlı ve bol ekipli, bol masraflı sektör halinden bîhaber yıllarda, yüzlerce kanal bir yana, siyah beyaz televizyonun bile her evde olmadığı, video salgınının ya da ‘‘seks furyası’’nın uzak olduğu günlerde, peynir ekmeğe talim edilen setlerde, ödenemeyen ya da çok geç ödenen senetlerle, hangi filmlere imza atmadı ki! Dile kolay, kimisinde 200, bazen 300 filmin çekildiği tam 40 yıl. Fakir ve Mağrur gibi, en adı üstünde sulu melodramlar da vardı bunların içinde, Şepkemin Altındayım gibi avantür komediler de, Kazım'a Bak Kazım'a ve ardından Kazım'a Ne Lazım gibi Aydemir Akbaş'lı malum filmler de. Mine Mutlu, Seher Şeniz, Arzu Okay'la epeyce çalıştı. Valla, çoğu ‘‘büyük iş’’ yapan filmlerdi. Zarar edenlerin sayısı biri ikiyi geçmedi. Çünkü ‘‘Ee isteniyor’’du. Seyrediliyordu da... Hikaye bulmak mı? Sorun değildi. Yüz kadar yapımcı varsa, iki üç senarist vardı, en iyisinden: Bülent Oran, Sefa Önal, Erdoğan Tünaş, dönüp dönüp onlara yazdırılırdı. Zaten, Akbaba dergisine gittiği bir sabah, eski bir yazısına bakarak yeni bir yazı yazan Yusuf Ziya Ortaç ona şöyle demişti: ‘‘Dünyada on tane roman konusu, 40 tane hikaye konusu, 200 tane de fıkra konusu vardır. Bunlar hiç değişmez. Ben de o yüzden kendi fıkramı bugünkü hadiseye göre yeniden yazıyorum!’’ Bu, uzun yıllar Yeşilçam'da uygulayacağı bir ders olmuştu ona... Aracıların yönlendirmesine göre, bazen melodram gidiyor, herkes onu çekiyordu. Bazen komedi oluyordu bu. Cüneyt Arkın'ın vurdulu kırdılı filmleri tıkanınca, ‘‘tarihi atmosfere’’ sokuluyor, Kara Murat ya da Battal Gazi şeklinde yeniden çekiliyordu. Bir kısım hikaye yabancı filmlerden, piyeslerden ‘‘uyarlanıyor’’, sonra aynı tema sekiz filme daha senaryo oluyordu.AVŞAR’A İLK TEKLİF ONDAN1980'lere böyle geldi. Bugünün sinemacıları bu kelimeyle ne kadar alakalı bilinmez ama ‘‘yazıhane’yi ayakta tutmak için. Furyalar bitmezdi ya Türk Sineması'nda, ardından video furyası başladı. O sırada ‘‘iki onların istediğiyse, iki de kendi istediği’’ filmi yapmaya dikkat etti. Kendi deyimiyle İbrahim Tatlıses'in ‘‘en sağlıklı’’ ilk birkaç filmini o çekti: Tövbe, Yalan, Günah... Ama o yıllardan itibaren Türk Sineması'nda önemli listesine alınabilecek pek çok filme de imza attı. Onun iftihar ettikleri, Züğürt Ağa, Zıkkımın Kökü, Dönersen Islık Çal, Dağınık Yatak, Dul Bir kadın ve son olarak yapımını üstlendiği Hiçbir Yerde'ydi. Kendi deyimine göre ‘‘kural neyse onu’’ uygulamıştı bu filmlerde. Yani mesela, sete
yemek yerine sandviç göndermemiÅŸ, gereÄŸi neyse yapmıştı. Haa, kendisi kazanmadı mı, kazandı tabii. Bugün en büyük varlığı, çektiÄŸi 95 filmin, 55'inin negatifi...Atilla Dorsay'ın ‘‘bilinçli yapımcı’’ olduÄŸunu söylediÄŸi bu yıllarda, hani yine furya haline gelen ‘‘kadına duyarlı filmler’’de de adı vardı, iddialı edebiyat uyarlamalarında da, son olarak Hiçbir Yerde gibi ‘‘kayıp’’ meselesini konu alan siyasi içerikli filmlerde de. Filmleri en çok uluslararası ödül alanlardan biri oldu. Pek çok yönetmenin ilk filminin yapımını üstlenme cesareti gösterdi. YeÅŸim UstaoÄŸlu, Tayfun PirselimoÄŸlu, Nisan Akman, Füruzan, Gülsüm Karamustafa, Orhan OÄŸuz, bunlardan bazılarıydı. Neden? ‘‘Yönetmenlerin en iyi filmleri ilk ve belki ikinci filmleriydi de ondan.’’ Her görüşmede ücreti yükselten starlara kızıp, star olmayanlarla en çok çalışanlardan biri de oydu. Mesela Hülya AvÅŸar'la ilk film anlaÅŸmasını o yaptı, ‘‘Hııımm bu kız yeteneÄŸini ve para konularındaki dirayetini o gün belli etmiÅŸti, bir milyon liradan bir kuruÅŸ aÅŸağı inmemiÅŸti!’’ Sonra, Kuyucaklı Yusuf'ta oynatmak için genç bir kız arıyordu, arkadaşı Zerrin, bir gün çantasından sigara çıkarırken kızının resmini düşürdü, Derya ArbaÅŸ, Amerika'dan gelerek bu filmde öyle rol aldı. Bunun gibi ne çok olay geçmiÅŸti başından. Sonra rahatladı: Tabii ki her filmini beÄŸenmiyordu, hele öğrencilik dönemini hiç saymıyordu, ama ‘‘1980 sonrası Türkiye'de yapılmış eli yüzü düzgün, dışarda temsil yeteneÄŸi olan filmlerin yüzde 60'ı benimdir’’ diye düşünebiliyordu bugün. Hálá ‘‘Türkiye'de bir filme Amerikalı gibi para harcanmaz’’ diye düşünse de, geliÅŸen koÅŸullara ayak uydurmayı baÅŸarmış, sesli film çekmeye, iyi mekan aramaya, eksikleri görüp tamamlamaya gayret göstermiÅŸti. ‘‘Hiçbir Yerde'yi seyredin, Mardin'i bu kadar güzel gösteren bir turistik film çekemezsiniz. Åžartların bizi zorladığı yere gidiyoruz tabii.’’ Â
button