Güncelleme Tarihi:
Agnes Varda, 1950'lerden 1990'lara uzanan kariyerinden beş seçkin filmle Film Festivali'nin konuğu. Bu yapıtlar, Fransız sinemasının deneysel ve sarsıcı bir döneminin de en ilginç örnekleri.
Günümüz sinemasında film yönetmenin, 'erkek işi' olmadığını kanıtlayan bir çok kadın oturuyor ‘yönetmen’ koltuğunda.
İşte bunlardan biri, üstelik de öncü ve sıradışı Agnes Varda. Bu yıl festivalin Ustalara Saygı bölümünün konuğu oluyor. Muhteşem enerjisi, derin entelektüel birikimi ve sabırsız zekasıyla yalnız Fransız sinemasına değil, çağdaş sinemanın son 45 yılına adını yazdırmış bir sanatçı Agnes Varda. Meslek yaşamına fotoğrafçılıkla başladı Varda. Görüntüyle içiçe geçen yaşantısı, dünyaya vizörün ardından bakan bu kadının, sinemaya geçişine zemin hazırladı. Varda, henüz 25 yaşındayken yönetmen olmaya karar verdi. Kendisinin de itiraf ettiği gibi o zamana kadar izlediği filmlerin sayısı 25'i bile bulmamıştı ama 'anlatacak çok şeyi vardı.'
‘‘Sinema kendi doğrularımı, hayatımı, düşüncelerimi anlatabilmek için en uygun araçtı’ diyor Varda. Ama başından beri, sinemayla ilgili düşünceleri dönemin genel geçer anlayışından çok farklıydı. 'Erkekler gibi' sinema yapmak istemiyordu. Bir kadın, üstelik de feminist bir kadın olarak 'kendi' sinemasını yapmak istiyordu. Varda, ilk filmi Paralel Yaşamlar'ı (La Pointe Courte) 25 yaşındayken çekti. Başrolünü, o dönemde genç bir yetenek olan Philippe Noiret'ye verdiği bu filminde, Güney Fransa'nın küçük bir balıkçı kasabasında yaşanan iki farklı öyküyü anlatıyordu. Sinemadan çok edebiyatın anlatım özelliklerine yakın duran film, esin kaynağını William Faulkner'ın Vahşi Palmiyeler adlı yapıtından alıyordu. Paralel Yaşamlar'ın bir başka önemli özelliği Brecht usülü yabancılaşma olgusunu sinemada kullanan ilk yapımlardan biri olmasıydı. Kurgu, Fransız sinemasının bir başka ustası Alain Resnais'nin imzasını taşıyordu.
YENİDALGAAKIMI
Paralel Yaşamlar'ın, Varda'nın meslek yaşamındaki dönüm noktası olmasının dışında bir başka özelliği daha var. Bu film, Fransız Yeni Dalga Akımı'nın kilit noktalarından biri olarak tarihe geçti. Varda'nın ilk filminde kullandığı birbirine paralel gelişen öyküler, soyut karakterler ve kişilik kazandırılmış objeler daha sonra Yeni Dalga adıyla anılan akımın temelini oluşturdu. Bu film, sonraki kuşaklar arasında Agnes Varda'ya bir unvan da kazandırdı: Yeni Dalga'nın Büyükannesi..
CLEO’NUNTRAJİKÖYKÜSÜ
Varda, ilk filminin ardından yedi yıl süren bir suskunluk devresi yaşadı. Bunun sonucunda da Cleo de 5 a 7, (5'ten 7'ye Cleo) adlı film geldi. Yeni Dalga Akımı’nın en hareketli dönemlerinde çektiği bu filmde, genç ve güzel pop şarkıcısı Cleo'nun trajik öyküsünü anlatıyordu. Kanser korkusuyla test yaptıran genç kadının, sonuçları alıncaya kadar yaşadığı 90 dakikayı kendine özgü çarpıcı biçimiyle irdeliyordu Varda bu filminde. Ölüm korkusu içinde, bir yandan kendi yalnızlığıyla başa çıkmaya çalışan bir yandan da dış dünyayla mücadele eden genç kadının öyküsünü anlatan 5'ten 7'ye Cleo, Varda'nın yalın, içe işleyen ama epey acımasız üslubunu gözler önüne sermesiyle de ilgi çekici.
1965 tarihli Mutluluk'ta da yasak bir aşkın pençesinde parçalanan bir ailenin öyküsünü yine aynı üslupla anlattı Varda.
Bir yıl sonra çektiği Yaratıklar'ın başrollerini Catherine Deneuve ve Michel Piccoli paylaşıyordu. Objelerin, gerçeklikle yanılsama arasında sıkışan insan varlığındaki etkilerini inceleyen film, o dönem için öncü ve deneysel bir çalışma olarak kabul ediliyor.
Agnes Varda, bir yandan sanatsal çalışmalarını sürdürürken bir yandan da bir meslektaşıyla yoğun bir duygusal ilişki yaşıyordu o sıralarda. Fransız sinemasının ünlü ismi Jacques Demy ile yaptığı evlilik, Varda'nın meslek yaşamını da etkiledi kuşkusuz. İki kısa filmin ardından 1969'da Aslan Aşkı'nı çekti. Robert Kennedy suikastini konu alan film, avangarte ve politik bir yapım olarak sinema tarihine geçti.
GERÇEKKADINFİLMİ
Varda, bu filmden sonra dokuz yıl süren sessizliğini 1977 tarihli Biri Şarkı Söylüyor, Diğeri Söylemiyor (L'une Chante, L'autre Pas) ile bozdu. Film iki kadının yaşamlarındaki kişisel ve sosyal değişimleri on yıllık bir süre içinde ele alıyordu. Bir kürtaj sırasında tanışan iki kadının evlilik, çocuklar, intihar denemeleri, mesleksel kaygılarla geçen yıllarını anlatan film, Varda'nın feminist fikirlerini yansıtmanın ötesinde 'gerçek' bir kadın filmiydi. Kariyerinin doruk noktasına Yersiz Yurtsuz (Sans Toit Ni Loi) ile ulaştı Varda. Sokaklarda yaşayan genç evsizlerin öyküsünü anlatan bu film, hem Fransız sinemasına genç yetenek Sandrine Bonnaire'i kazandırdı hem de Varda'ya Venedik'ten büyük ödül Altın Aslan'ı getirdi. ‘‘Bu filmi yapmak için dayanılmaz bir istek duydum’ diyen Varda filminde, gerçek oyuncuların yanısıra Güney Fransa'nın Nimes bölgesinde yaşayan kamyon şoförleri, işçiler ve göçmenleri de kullandı.
Uyumlu bir beraberlik sürdürdüğü Jacques Demy'nin 1990'daki ölümü Varda'yı derinden sarstı. Ama o, acısını içine kapanarak yaşamak yerine seyircileriyle paylaşmayı seçti. Demy'nin, çocukluğunu, sinema aşkını ve tutkularını anlattığı ve onun ölümünden önce tamamladığı Nantes'lı Jacquot ile (Jacquot de Nantes) eşine derin ve sevgi dolu bir selam gönderiyordu Varda.