Güncelleme Tarihi:
Semih Kaplanoğlu'nin ilk filmi Herkes Kendi Evinde'nin İstanbul Film Festivali'nde aldığı üç ödülden biri En İyi Erkek Oyuncu'ydu. Ödül, 50 yıllık tiyatro ve sinema sanatçısı Erol Keskin'in eline tabii ki çok yakıştı. Asık suratlılığından (!) dolayı kolay kolay ödüllendirilecek biri olmadığını düşünse de ödülleri alkış olarak kabul eden Keskin, ‘‘Benimle ilgili bilgileri kimsenin merak ettiğini sanmıyorum’’ dedi ve yanıldı. Biz merak ettik ve kapısını çaldık. Bando neferlerinin bacaklarının arasından Atatürk'ü seyreden küçük çocuğun, eski gemicilerden aldığı oyunculuk yeteneği; deneyimli bir aktörün geçmişe, hayata, sanata bakışı; çeşitli morfolojik açıklamalar ve ilginç anekdotlardan oluşan sohbet, beni çok etkiledi. Filmin etkisinden henüz kurtulamamışken, sanki Nasuhi sırt çantasıyla geri gelmiş de, bilgece konuşuyor gibi hissettim.
İnsan bir sanat alanına 50 yıl emek verirse, onun gibi filozof oluyor demek. Erol Keskin, sahiden Herkes Kendi Evinde'nin 80'lik Nasuhi'si gibi bilgece konuşuyor. İnsana, tiyatroya, hayata ilişkin vardığı yerler kadar, onları aktarışı da büyüleyici. Hele, çocukluğumuzun Radyo Tiyatrosu günlerinden kalma, 70 koca yıla rağmen yaşlanmamış o tanıdık, karizmatik ses olunca... Hem filozofluk ona yakışıyor. Ne de olsa akademide iç mimarlık okurken amatörce tiyatroya başladığında ilk rol aldığı oyun Antigone tragedyasıydı; rol arkadaşları da hayatlarında onun gibi ilk kez sahneye çıkan Vedat Demircioğlu, Çolpan İlhan ve Pekcan Koşar'dı. Sonra hepsi, hayatımızdaki önemli oyuncular oldu.
Aslında Keskin, çocuk ve genç olarak İstanbul Tophane sokaklarında koştururken böyle bir hayat sürme fikrinden çok uzaktı. Tophane, Pera'nın denize yakın kısımlarında, Rumları, Ermenileri, İtalyanları, hatta Arapları, Süryani'leriyle çok kültürlü, çok inançlı, çok dilli bir semtti. Gemicilerin yüzyıllar önce anlattığı inanılmaz olaylar, maceralar kalmamış olsa bile, ruhlarının hala gezindiği bir liman kenti havasındaydı. Keskin'e göre bu gemicilerin her biri karaya indiğinde meyhanelerde başlarına gelenleri anlatır; birer meddah kesilirdi. Herkes Antik Yunan'dan geldiğini sanırdı ama asıl Batı Avrupa Tiyatrosu'nun temeli, bu ‘‘gemici-meddah’’ların performanslarıydı.
Kimbilir bu ruhların gezindiği havayı soluduğundan mıdır nedir, küçük Erol daha ilkokul çağındayken, arkadaşlarını toplayıp, Yavrukurt dergisine bakarak yarattığı Karagöz'leri oynatırdı kömürlüklerde. (Yıllar sonra Minyatür sanatıyla birlikte Karagöz'ün de belgeselini çekti, ama İsveç'e giden kameramanla birlikte kayboldu o film). Bir yandan Alkazar Sineması'nda 3,5 saatlik 32 kısım tekmili birden Amerikan filmlerini seyreder (ve oradaki don't move'dan esinlenme) dekman'cılık oynadı. Bir yandan da bando neferlerinin bacak arasından seyrettiği, Atatürk'ün Tophane Rıhtımı'nda İngiliz Kralı'nı karşılayışını kazıdı belleğine. Bir yandan ise resim çizerdi. Ama daha küçükken en favori mesleği mahalle çöpçüsününkiydi; çünkü onu çöp arabasını çeken beygirin üzerine oturtur gezdirirdi. Annesi tarafından, her söylediğinde susturulan çöpçü olma isteği, gençliğinde Seyr-ü Sefa İşletmesi'nde (Denizyolları) deniz malzemesi uzmanı olan babasının da etkisiyle açık deniz kaptanlığına dönüştü. Ancak olmadı.
TİYATRO, ZANAAT
Böylece, Güzel Sanatlar Akademisi'ne girdi. Herkes kaptan olamayınca akademiye girmez elbette, ama o bir yandan içmimarlıkta okurken, bir yandan oyunculuğa neden yöneldiğini hatırlamıyor, ‘‘Belki de gösteriş merakındandır’’ diyor. Yalnız içmimarlıkta dekora, kostüme yöneldiğini biliyor. Ama bugün, yüz civarında rolün altından başarıyla kalkmış bir sanatçı olarak ‘‘oyunculuğun’’ anlamını, işte son filmindeki Nasuhi gibi yorumluyor: Ona göre yaptıkları sanat değil, zanaat. Çünkü sanat, her zaman vuku bulan bir şey değil. Bir uğraşı sürdürüyorsun, o yoğunlaşıyor, bir noktaya geliyor ki o an sanat oluyor. Bir uğraş, ihtiyaç olarak düşünmek gerekiyor tiyatroyu. Hayatın ölümle sonuçlanan bir oyun olduğunu bilen insan, günlük hayatında oyun oynuyor. Oyunculuğu toplumsal kurallarla belirlendikçe kurumsallaşıyor, giderek tekrarladığı için de sıkmaya başlıyor. İşte o zaman hissediyor insan, ekstra bir yaşamı seyretme ihtiyacını.
Sinema da tiyatroyla birlikte hep varoluyor hayatında; hatta tiyatrodan önce, Lütfü Akad'ın İngiliz Kemal filminde küçük bir rolü var. Pek çok sinema filminde oynuyor, çocukluğumuzun Radyo Tiyatroları'nda görev alıyor, radyo televizyona yenildiğinde ise dublaj sanatçılığına geçiyor. Fonda hep tiyatro olsa da, filmlerdeki karakter rolleri, yazdığı -ve ödüllü senaryoları, yönetmen yardımcılıklarıyla sinemada ve sonra televizyon dizilerinde ‘‘sanatını’’ sürdürüyor. Tiyatro ve sinemayı birbirinden ayırmıyor; ikisi de toplumsal. Dışarıdan çok deneyimli görünse de her oyuna başlayışında ilk kez oynuyormuş gibi hissediyor; yoksa oyunun tadı olmuyor ki. Kendi kendine beğenmediği bir şeyi başkasına yutturmaya çalışmanın aptallık olduğunu biliyor. Her gün oyununu geliştirmenin önemini çoktan kavramış. Bu yüzden ‘‘Of bu oyun da çok uzadı, sıkıldım’’ diyen bir oyuncu olmamış hiç.
ASIK SURATLI, SEVECEN
Komşusu Semih Kaplanoğlu'nun Nasuhi rolünü teklif etmeden önce gizlice takip ettiği Keskin, Dormen Tiyatrosu'nda başladığı tiyatro hayatını, birkaç yıl önce emekli olduğu Şehir Tiyatrosu'nda sürdürüyor. Bir yandan oyunculuk yaparken, bir yandan kurucularından olduğu Sahne Araştırmaları Laboratuvarı'nda ‘‘tiyatronun antropolojisi’’ üzerine çalışıyor. Aynı zamanda Eskişehir Anadolu Üniversitesi ve Akademi İstanbul'da yoklama yapmayan, sınıfta kalmayı ya da geçmeyi öğrenciye bırakan bir öğretim üyesi. Daha bitmedi; sahneye koymayı ve oynamayı düşündüğü iki oyundan sözediyor heyecanla. Evet biraz asık suratlı, çekilmesi zor bir adam: ‘‘Gülünecek o kadar şey var ki hayatta, acı acı gülmek de dahil, yorulursunuz. Benim yüzümden düşen bin parça olur. Çünkü hep kendimi kaptırarak bir şey düşünüyor olurum’’ diyor. Haksız olmadığını da şu anekdotlarla kanıtlıyor: Nişanlandığının ertesi günü İstiklal Caddesi'nde karşılaştığı nişanlısı Suna Hanım'a ‘‘merhaba’’ deyip geçmiş. Aynı şekilde trafik kazası geçirip Üsküp'te bir ay hastanede yattıktan sonra döndüğü İstanbul'da, yolda rastladığı babasına da.