Güncelleme Tarihi:
Yeme, içme, yatma, kalkma, okuma, öğrenme, alma, satma, dinlenme ve eğlenme stilleriyle tam bir mozaiktir, toplum. Ve her bir yapı taşının, osmanlı çinileri gibi ölümsüz güzellik ve özellikte olması şarttır. Nitelikli evler, nitelikli iş yerleri, nitelikli bir toplum. Bütün bunlar nitelikli insan ile vardır ve var olacaktır.
Biz Sema Hatun ile 1994 yılında evlendiğimizde, kendi yaşam enerjimizi insanlığa en faydalı bir biçimde kullanmak amacıyla, bir hedef belirlemiştik. Bu hedefe göre evliliğimizin ilk 10 yılı kendimizi, ikinci 10 yılı çocuklarımızı ve üçüncü 10 yılı ise torunlarımızı niteliklerle donatma dönemi olacaktı.
Hal böyle olunca, ortaya 30 yıllık bir Türkiye hayali çıkıyor. Bazı dostlar bize güldüler. Ama geçen şu 9 yıl zarfında hala, hedeflerindeki saray için bir taş bile yontmamış ve taş üstüne taş koymamış insanları gördükçe, aslında ağlamamız gereken halimize güldüğümüzü görüyorum.
Bence bu 30 yıllık hedef çok önemli. Bakın 3 kuşağın ortak bir hedef doğrultusunda el ele tutuşmasından, aynı hedefe kitlenmesinden bahsediyoruz. Kimse kimseyi kandırmasın. Sandıktan mucize çıkacağına inanılan sihirli peri masalları devri kapandı artık. Sırtında 220 milyar dolar borç yükü olan bir devletten bahsediyoruz. Bu yükten nitelikli insanlarla kutulacağız elbet ama hesabı kitabı tam olarak yapılmadık işlerden başarıyla çıkmak mümkün müdür hiç?
Araba fabrikası yapmışız. Hani bilirsiniz, tosbağa diye tabir ettiğimiz wolksvagen arabalar üretiyoruz. 75 milyon vatan evladı, fabrikanın dış kapısında dikilmiş, fabrikadan dışarı çıkan her arabaya bakıp, -“anaa” diye çığlığı basıyor. –“anaaa, bu da mercedes değil, bu da tasbağa çıktı yav” Tamam da, içerideki üretim bandını istediğimiz model arabayı üretecek bir şekilde dizayn etmeden, tosbağa fabrikasından BMW çıkacak değil ya.
Amerikalılar, önce yapar, sonrasında düşünürmüş. “Nasıl oldu, neler olabilir, bu yaptığımızın zararlarından nasıl kurtulabiliriz ve daha iyi nasıl yapabiliriz” diye. Avrupalılar biraz daha analitik davranırmış. Avrupalı önce düşünür ve sonrasında yaparmış. Ar-Ge’ye verilen önem bir anlamda. Biz ise, düşünür, düşünür, düşünür ve en sonunda yapılmak istenenin neden yapılamayacağını 40 türlü yoldan isbat eder ve üzerimize düşeni yapmamak için 40 dereden su getirirmişiz. Tabi bir düşünce öğretmeni olarak düşünmeyi aşağılamıyorum. Bilakis, düşüncenin gücünü ifade etmeye çalışıyorum. Düşünen bir Türkiye. Hedefini düşünen bir Türkiye. Ve beklediğine kavuşacak bir Türkiye, bu şekilde olacak, eminim.
Peki nasıl başaracağız bunu? Süreç kontrollü sonuca odaklılık diye bir kavram var. Süreç nedir? 30 yıl. Nasıl olacak? Süreci kontrol edebilirsek. Yani gelişmelerimizi ölçümleyebilirsek. Rotadan sapmalar oldukça, pusulaya bakıp, gemiye her seferinde ama sık sık yön vermek. Okyanusu aşarken pusulaya ayda bir kez bakarsak Kanada yerine Brezilya’ya varmış olabiliriz. Süreci sürekli kontrol etmeliyiz. Tabi dümendeki kişilerin kaptan olması şartı ile. Yoksa maharet pinpon maçı seyreden çocuklar gibi kafayı bir hedef rotasına bir pusulaya çevirmek değil, şüphesiz.
Ve sonuca odaklılık. 30 yıla inanıyorsak, (ki psikolojik ve sosyolojik açıdan bilimsel bir dayanağı vardır bu 30 yılın) ona odaklanmalıyız. Amerika gelişmesi nasıl oldu? Ya Almanya’nın ve Japonya’nın? Mesela dünyanın en büyük şirketleri sıralamasında yıllardır hep başlarda olan General Electric’inyıllık cirosu 130 milyar dolar. Dünyanın en değerli şirketi. Ve bunu yalnızca 340 bin nitelikli insanıyla yapıyor.
Hayalleri, hedefleri, sahip oldukları becerileri, hedeflerine odaklanmaları, ihtisaslaşmaları ve asla pes etmeden başarmak için çalışmalarıyla ön plana çıkan340 bin nitelikli insan. Şimdi biz 75 milyon vatan evladı, bu insanları geçemeyecek miyiz? Hiç öyle bir şey olur mu? Yeter ki nasıl yapılacağını bilelim.
Ama bu işin zorlukları da yok değil hani. Stephan R. Covey yapılması gerekli ve yapılması zevkli işlerden bahseder. Ondan aldığım ilhamla işin sırrını buldum. Sürekli yapılması zevkli işler peşinde koşarak, yapılması gerekli işlerini ihmal edenler, kaliteli ve nitelikli bir hayata asla sahip olamayacaklar.
En büyük zorluk zevkler. Şimdi zevk zorluk çıkartır mı diye bir soru gelebilir akıllara. Zevk kolaylıktır ama yerli yerinde ise.
Nitelikli insanın önündeki en büyük engel insanoğlunun zevkleri. Şimdi ben seminerler veriyorum. Seminer vermek ruhunun yaşam enerjisi olan bir Münir Arıkan’ı tanımlıyorum. Seminer zevk veriyor ama ya ona hazırlık süreci. 4 dakikalık bir konuşma için bazen 4 saat hazırlanmanız gerekiyor. Sinemaya gidebileceğiniz, arkadaşlarla gezip tozacağınız, internette sörf yapacağınız, çet’leşeceğiniz bir 4 saati, gelecekte kavuşacağınız zevkler uğruna terkediyorsunuz. Hayatta acı-zevk dengesini tutturduğunuzda da başarı geliyor. Dolayısı ile en büyük zorluk zevkler. Hangi zevklere kavuşmak için hangi acılara katlanmamız gerektiğini bilemiyoruz.
Eskiden zevkler kıt, acılar çoktu. Şimdi acılar kıt, zevkler çok. Ders çalışan bir öğrenciyi düşünün. Ortada savaş durumu, yokluk durumu, kıtlık durumu yok. Okula katır sırtında da gidilmiyor. Ders süresince soğuktan donma tehlikesi de geçirmiyoruz. Öğretmen dersi anlatırken başımıza bombalar da düşmüyor. Okuldan çıkar çıkmaz tezgahın başına koşup çalışmamız ve çalışarak okumamız diye bir şey de söz konusu değil.
Ailemiz, en iyi servis araçlarıyla, en iyi okullara yolluyor, en iyi öğretmenlerden ders aldırıyor. Okul saray yavrusunu andırıyor. Sınıfların 700 sene cihan imparatorluğu kurmuş Osmanlının Bakanlar kurulu odası olan Divan-ı Hümayun’dan bir farkı yok. Yavrucağın başarması ve nitelikli insan olması için bir tek acıya katlanması gerekiyor. Ders çalışma acısına. Ama bugünkü nesil, ona bile tahammül edemiyor. Sayılı günün zahmetine bile katlanmak istemiyor. Ve külfetine katlanmayınca da, nimete kavuşamıyoruz.
Peki çare? Bununla ilgili 3 önerim var dostlarım. Birincisi; tarih okumalıyız. Başaramayacağına inananlar, tarih okumalıdırlar. Tarih; en olmaz zamanda, en olmaz işi başaran şahsiyetlerin, tarihe düştükleri notlardan oluşuyor. Tarihten süzülüp, şu anda bilgisayarımıza gelen bir e-mail merakı ve coşkusu ile tarih okumalıyız. Bu hem işlerin geçmişte nasıl yapıldığını, hem nasıl yapılması gerektiğini ve en önemlisi eğer yapılması gerekenleri ihmal edersek, bizi bekleyen tehlikeleri bütün çıplaklığı ile gösterir.
İkinci önerim, psikoloji okumalıyız. Davranış biliminin, insan duygu, düşünce ve davranış modellerinin altında yatan sırları keşfetmeliyiz. İnsanı anlamalıyız. Ve duygu, düşünce ve davranışlarımızı ona göre şekillendirmeliyiz. Bugün, küresel rekabet bir taraftan insanı yok ederken, insanın yok olmasına göz yumarken, diğer taraftan da yok edicilerin en büyüklerine, o yok ediş süreci içerisinde “önce insan” felsefesini benimsetmeye çalışıyor. Bu tıpkı insanlığı yok edecek bir orduyu, “önce insan” felsefesiyle motive etmeniz, arkerlerinizin birbirlerine sevgi ve şefkatle davranmasını teşvik etmeniz ve ordunuzu buna göre düzene sokmanız kadar vahim bir şeydir. Önce insan. Elbette. Ama ne için? Ne için’in cevabını psikolojide bulacaksınız.
Ve son önerim sosyoloji. Sosyoloji okumalıyız. Tarihten süzülüp gelen, tarihi gerçekleri, başarı ve yenilgileri ve bununların altında yatan isabetli karar ve yanılgıları anlamak, insan psikolojisini tanımak. Ama bu algılama işin bireysel boyutudur. Bunu toplum bazında algılamak için de sosyoloji gerekiyor. Toplum neden, nasıl ve nereye gidiyor. Nereye yöneliyor ve neden? Peki bunu neden yapacağız? Amaç, geleceğin toplumuna nitelikli bir yön vermek değil mi? Yaşamsal elektrikleri üretmek değil mi? Çarpmadan enerji vermek, çalıştırmak değil mi? En nihayetinde amacımız var etmek değil mi? Yeter birbirimizi çarptığımız. Varlığımız varlığımıza armağan olsun artık.