Güncelleme Tarihi:
1975 Ankara doğumlu olan Nurcan Şahin, kendisi gibi semah yapan kuzeni Özlem Şahin ile birlikte geldi Sıvas'a. Annesi Fidan Şahin, Nurcan'ın garip önsezisini şöyle anlatıyor:
‘‘En son kimliği belli olan Nurcan'dı. Gitmeden zaten söylemişti. Yatak odasından çıktı, kulağındaki küpeyi gösterdi. ‘Anne bak' dedi. Baktım, gümüş halka küpe üzerine küçük boncuklar sarmış. ‘Ben kaybolursam bununla bulursunuz' dedi. ‘Kızım, aklında bir şey mi var? Bizi terk mi ediyorsun?' dedim. Babası ona ortadireğim derdi. ‘Herhalde bizim ortadirek çöküyor' dedi. Nurcan ‘Aklıma geldi, attım işte' dedi. Sıvas'a gitti. Kimliği düşmüş o zaman, belirlenemedi. Babası gitti, morgda çarşafı kaldırıyor, küpeyi görüyor...’’
Babası Nurcan'ı teşhis edince doktorlar otopsi yapmak istediklerini söylüyorlar: ‘‘Otopsi yapsan ne olacak? Dumandan zehirlenmişti, yanıkları yoktu çocuklarımızın. Yobazın ateşi yakamamıştı yavrumuzu.’’
DEVLET UTANSIN
Birçok aile gibi Şahin ailesi de o gece Sıvas'a gitmek istiyor. Ancak sıkıyönetim ilan edildiğinden onlar da diğerleri gibi çocuklarını aramaya gidemiyor: ‘‘Sıkıyönetimi de bizim için koymadılar, yobazı kaçırmak için koydular. Nereye gittiğini, hangi vilayete gittiğini kaçırmak için devlet sıkıyönetim koydu.’’
Dönemin Sıvas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu'nun adı anılmadan da geçilemiyor: ‘‘Şimdi Meclis'te. ‘Gazanız mübarek olsun' diye gözüküyor kasetlerde. İyi niyetli olduğunu söylüyorlar, halbuki iyi niyetli değil.’’
O gün Sıvas'taki polis, asker ve özellikle komutanı unutmuyorlar. ‘‘Devlet de asker de polis de üstüne gitmedi. Şurada Ankara'nın göbeğinde toplanıyor hakkını aramak için, polis sıktığı suyla dağılıyor. Oradaki kara yobazı neden dağıtmadılar?’’ diyor Fidan Şahin.
Peki ya o dönemde iktidarda olan SHP ve Genel Başkanı Erdal İnönü?
‘‘SHP zaten bizi yakan. O zaman kocaman profesör, ODTÜ'de öğretim görevlisi, kandırılmış. Nasıl kandırılıyor, çocuk musun, şeker mi verdiler eline? Telefonlar gelmiş de yok bir şey olmayacak... Bunları yönlendiren kişileri, ne kadar kararlı olduklarını bilmiyor musun? Kubilay'ın kafasını kesenler bunlar değil mi? Atatürk'ün büstünü kırıyorlar gözün görmüyor mu?’’
Sıvas'ta çocuklarını kaybeden diğer bir anne ise Münire Özkan; Huriye ve Yeşim'i, yani iki çocuğunu kaybetti alevlerin arasında. Gazi Üniversitesi'ni yeni bitiren Huriye'ye ailesi bir yıl dinlenmesini ve eğlenmesini söylüyor. Semaha girmek istiyor Huriye ve bir süre sonra tiyatroda rol alan kardeşi Yeşim ile birlikte gidiyor Sıvas'a: ‘‘Sıvas'a gideyim dedi. Git dedik. Aklımıza nereden gelsin, yobazın çocuklarımızı yakacağı? Askeri var, polisi var. Sekiz saat ne demek? Bu vatan herkesin vatanı. Alevisi, Sünnisi, yobazı, şuyu buyu yok. Mezarımızı da ayırsınlar o zaman. Askerde biriz, bu vatan için herkes bir.’’
Fidan Şahin giriyor hemen söze:
‘‘Çocuklarımızı göz göre göre devlet yaktırdı. Yanın, gelmeseydiniz... Bu ne demek yani? Herkes vatanına gidemeyecek mi? Benim çocuğum Ankara'da da otursa, vatanım dedi gitti. Şenlik yapıyorlar. Oraya gittiler, biri kalemiyle, biri sazıyla. çocuklarımızı yakmak mı lazımdı?’’
Konu dine geliyor ve Şahin devam ediyor: ‘‘Yobazın dini yok imanı yok. Camiden çıktılar, çocuklarımızı yaktılar. Camiden çıkıp da çocuk yakmak ne demek?’’
Münire Özkan, ‘‘Bunlar Atatürk'e karşı. Nasıl Atatürk'ün boynuna ip takıp da sürüklersin. Bizim çocuklarımızın yaptıkları da Atatürkçü oldukları için. Benim çocuğum üç günlüktü, aldım Anıtkabir'e götürdüm. Kundağıyla yatırdım. Dediler ‘Buraya yatırma.' ‘Hemen yatırıp kaldıracağım' dedim. Benim çocuğum Atatürkçü oldu. Benim iki kızım gitti, yüzbinlerce kız geldi. Şimdi hepsi kızım oldu. Devlet utansın. Benim zaten başım dik. Şanıyla, alnı açık yüzü ak gittiler. Hırsızlık edip de benim çocuklarım namusuma bir şey getirmediler. Devlet utansın. Atatürk'ün yolunda gitti’’ diyor.
VE SON SÖZ...
Sözü yine Fidan Şahin alıyor:
‘‘Giden çocuklar hep başarılı çocuklar, hep üniversite kazanan çocuklar. Düşünen insanlar, aydın insanlar. İleride yobazın başına bela olacak çocuklar, kalemiyle bela olacak, başka türlü anlamasınlar, düşünceleriyle, zekasıyla...’’
Devlete, askere ve polise serzenişlere karşın çocuklarını şeriatçı bir ayaklanmada kaybeden bu insanların son sözleri belirliyor hayatın akışını:
‘‘Hiçbir zaman Türkiye bizim demesinler. Çünkü bizim dedelerimiz buraya kan döktü. Bu ülke hepimizin, hepimiz beraber yaşayacağız, birbirimizin bazı şeylerini hoş karşılayacağız. Hiçbir zaman birbirimize barbarlık yapmayacağız. Türkeşçiler çıkıyor bayrağı sahipleniyor. Ya bayrak benim dedemin kanıyla yoğurulmuş. Sen neysen, ben de aynıyım. Ayırdılar mı? Şehit bizim de dedelerimiz. Vatan bizim de vatanımız. ’’
Yasemin ve Asuman'ın babası Ahmet Sivri, acısından dolayı duygularını anlatmakta güçlük çekiyor.
Münire Özkan, Yeşim'i de , Huriye'yi de Sıvas'ta kaybetti. Yeşim Hacettepe Sosyal Hizmetler'de ikinci sınıfta okuyordu. Sözlüsü Sait Metin ile birlikte öldüler.
Tam beş yıl önce Sıvas'ta yakılarak öldürülenlerin yakınları anlatıyor
Bundan tam beş yıl önce, Sıvas'ta en ateşli ‘şeriatçı’ ayaklanmalardan birini tarihine yazdı Türkiye. Bir şenlik için Sıvas'ta bulunan onlarca kişi, önce Madımak Oteli'nde rehin kaldılar. Otel önünde toplanan kalabalık, ‘serbestçe’ sloganlarını atıp heykelleri parçaladıktan sonra, belediyenin başlattığı kaldırım çalışmasından çıkan taşlara sarıldı. Taşlar camları kırarken içerdekiler merdiven aralığına sığındı. Ve otelde sekiz saat rehin kaldıktan sonra, bir kıvılcımla başlayan yangından kurtulamadı. Aralarında 12 yaşında bir çocuk ile 16, 18 ve 19 yaşlarında genç kızların da bulunduğu 37 kişi ya yanarak ya da dumandan boğularak hayatını kaybetti. Birçok sanatçı, şair, yazar, Madımak'ın ateşine yenik düştü.
Türkiye'deki birçok insan bu olaydan tam dört yıl sonra 28 Şubat'ta farketti irtica tehdidini. Oysa 2 Temmuz'da Sıvas'ta yaşananlar, on yıllar önce Kubilay'ın başının kesilmesinden, Şeyh Said ayaklanmasının doğu illerini kasıp kavurmasından veya oruç tutmadığı için gençlerin dövülerek öldürülmesinden farklı değildi. Aradan geçen beş yılda ise dava trafiği devam etse de toplumsal hafızaya yenik düştü Sıvas. Sıvas'ta oteli yaktıkları iddia edilenlerin yargılamaları hala sürüyor, devlet ise aradan geçen süreye karşın hala olaylara karışan ‘bazı’ kişileri arıyor...
2 Temmuz 1993'te ‘hayatlarına çentik atanlar’ın başında Sıvas'ta yaşamlarını yitirenlerin aileleri geliyor. Onlar defalarca DGM'de süren davalara gittiler, mahkeme salonlarından çıkarıldılar ve ‘yargılananların’ tacizine uğradılar.
Onlar ‘hala’ Sıvas'ın ‘suçluları’nın cezalandırılmasını bekliyorlar.
İşte Sıvas'ta dumandan boğularak yaşamlarını yitiren 22 ve 20 yaşındaki Huriye ve Yeşim Özkan kardeşler ile 18 yaşındaki Nurcan Şahin'in annelerinin anlattıkları ve 19 ile 16 yaşındaki Yasemin ile Asuman'ın babası Ahmet Sivri'nin ‘hiç söyleyemedikleri...’
Anneyim, nasıl susayım
Fidan Şahin, konuştukça konuşuyor, kendini alamadan anlatıyor: ‘‘Birileri öz evlat, birileri üvey evlat olursa, buğday saca konulsun, kavrulanı yananı çatlıyor. Bizi de yakıyorlar, biz çatlıyoruz. DGM'de de bütün baskılar; altı ay ceza veririm, sesi çıkana iki yıl ceza veririm. Yobaz çakmak atıyor, bozuk para atıyor hakimin kafasına, onlara ceza verilmiyor, bizi böyle susturuyor, biz anayız nasıl susarız? Benim tek yavrum. Gitti daha yok. Tek evladım gitmiş, onun davasına ben normal giremeyeceğim, ondan sonra hakim baskı yapacak, susun sizi deliğe sokarım, diyecek. Girsem ne olur, delikte neyim kalmış? Ha böyle karanlıkta dolaşmışım, ha öyle orada dolaşmışım... ‘‘Üç çocuğum öldü, dördüncüydü Nurcan. Tedaviyle oldu. Ama onu da yobaz bana bırakmadı. Ben onun öldüğünü kabullenemedim. Nurcan parkta bir kelebek, kırda bir çiçek, denizde bir balık olarak geziyor aramızda. Odası da döşeli duruyor. Yatağı da serili... Kalemi bıraktığı yerde. Kitapları olduğu gibi duruyor. Hiçbir şeyini kaldırmıyoruz. Bizim güçsüz olduğumuzu sanmasınlar. Güçlüyüz ama saygılıyız.’’