Güncelleme Tarihi:
Geçen hafta Brüksel’de NATO’nun Patriot oturumlarını takip ederken, Avrupa’daki en başarılı Türk kadınlarından biri olan arkadaşım Kader Sevinç’in davetini yoğun programa rağmen geri çeviremedim.
Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz’un himayesinde ve AP çatısı altında bu yıl beşincisi düzenlenen “Genç Liderler” seminerinde, Kader’in mucidi olduğu “Türk Kahvesi Brifingleri” için de bir seans ayrılmıştı.
Bu bağlamda; Arap âlemi, İsrail ve Avrupa ülkelerinden gelen genç liderlerle Türkiye, Ortadoğu ve AB’yi tartışma imkânı doğunca, tüm davetliler için bir ortak payda olan Türk dizilerini konu almaya karar verdim.
Doktora öncesi çalışmalarım nedeniyle odaklandığım ve İngilizce blogumda da sık sık bahsettiğim Türk dizileri bana hiç yabancı değil.
Üstelik güncel tartışmalar Türk dizilerini aynı zamanda bir ifade özgürlüğü meselesi haline getirdiğinden, Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) Türkiye Ulusal Komitesi Başkan Yardımcısı olarak konuya bir de bu açıdan bakmaya başlamıştım.
* * *
Türkiye’nin ‘yumuşak gücü’ Ortadoğu’da yükselirken, bölgeye ihraç edilen Türk dizileri önemli göstergeler sunuyor.
Bu dizilerden yalnızca Türk izleyicisinin beğenileri ve talepleri hakkında fikir sahibi olmakla kalmıyoruz; artık Arapların, İsraillerinin veya söz gelimi Sırpların, Yunanların da nabzını bir ölçüde tutabiliyoruz.
Bağımsız olarak yaratılıp finanse edilen bu dizileri Ankara da, mevcut dış politikamıza uyumlu bir atmosfer yarattığı için dolaylı olarak teşvik ediyor.
Buna karşın Türkiye’de siyasal iktidarın özellikle son dönemde oluşturduğu söylem ve uyguladığı politikalar, ciddi bir ikilem yaratmaya başladı.
Sivil toplum ve devletin ortak çabasıyla vücuda gelmiş kendi “yumuşak gücüyle” barışık olmadığı izlenimi veren bugünkü Türkiye, adeta kendisiyle gölge boksu yapar halde.
Örneğin Gümüş dizisinde sunulan, birçok Arap’ın sitayişle bahsettiği, “Türkler de bizim gibi Müslüman, ama onların kadınları daha özgür, güçlü; erkekleri daha düşünceli ve modern” dedirten hayat tarzı, Türkiye’deki “muhafazakârlaştırma politikalarına” ters düşüyor.
Buna, Behzat Ç. veya Simpsonlar gibi başka dizilerle ilgili olarak Türk yetkililerin, telif haklarının yanı sıra ifade özgürlüğü hakkı ile de korunan fikir ve sanat eserlerinin içeriğine müdahalede ne kadar istekli göründüğü gerçeğini ekleyin…
Yahut son olarak Muhteşem Yüzyıl tartışmasında gözlendiği gibi, Ortadoğu’da demokrasi ve çoğulculuk çağrısı yapan Ankara’nın, bir anda bu dizideki kurgusal bir karakter nedeniyle yargıyı göreve çağırıp yasa tasarısı hazırlamaya kadar işi vardırabildiğini…
Tüm bu gelişmeleri uluslararası medya son dönemde dünyaya duyurdu ve Türkiye’nin biraz da bu diziler sayesinde geliştirdiği “özgürlükçü imaj” lekelendi.
Balkanlarda son dönemde Türkiye’nin ilham verici potansiyelinin sorgulandığını daha önce yazmıştım. http://www.hurriyet.com.tr/planet/21834671.asp
Oysa Ankara’nın özellikle de Ortadoğu’da bir model olması için, içi boş söylemlerin ötesine geçip “yumuşak güç algısını” kendi varlığında somut bir örneğe dönüştürmesi gerekiyor.
Bu hedef yolunda ifade özgürlüğü ve (Başbakan Erdoğan’ın Kahire’de Mısırlılara da vazettiği) laik devlet anlayışı temel sütunlar…
* * *
Elbette, tarihi bir kişilik söz konusu olduğunda, üretilen içeriğin gerçekliğe sadık kalıp kalmadığından bağımsız olarak tutucu çevreler, alışık olmadıkları her tür unsura tepki gösteriyor.
Bu yalnızca Muhteşem Yüzyıl’daki Kanuni Sultan Süleyman karakterinin haremdeki “insani” taraflarına takan “İslami muhafazakârlar” için geçerli değil.
Örneğin Can Dündar’ın Mustafa belgeselinde Atatürk’ü benzer insani yönleri ve zaaflarıyla sunması da, geçtiğimiz yıllarda “laik muhafazakârların” tepkisine neden olmuştu.
Sorun, (tıpkı müziğimizde olduğu gibi) Türk toplumunun genelinde çoksesliliğin içselleştirilememiş olmasında yatıyor.
Bu tezleri tartışmaya açtığım AP’deki konuşma davetlilerin o kadar çok ilgisini çekti ki, ardı arkası kesilmeyen sorularla bana ayrılan süreyi yaklaşık bir saat aştık.
Toplantıdan sonra da neredeyse tüm Arap ve İsrailli katılımcılar yanıma gelip başka sorular sordu, yorumlar yaptılar.
Mesela Mısırlı bir katılımcı, karısı ve çocuklarının günün neredeyse tamamında Türk dizileri seyrettiğini söyledi; fakat yine de bu dizilerin Arap âlemindeki etkisinin biraz abartıldığını savundu.
Ona, Amerikan dizilerinin İsrail toplumunu nasıl “Amerikanlaştırdığını” 1984 tarihli makalesinde inceleyen Weimann’ın çalışmalarından bahsettim.
Dallas’ın Ceyar’ının SSCB’nin yıkılışında bu dizinin etkisi konusunda neler yazdığını da hatırlattım.
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/printnews.aspx?DocID=22055684
* * *
Sonra Filistinli bir genç kız yaklaştı.
“İngilizcem pek iyi değil, ama…” diye başladı söze.
“Es Sulta El Vataniye El Filistiniye (Filistin Yönetimi) artık BM’de devlet olarak tanındı,” dedi ve yarı Arapça, yarı İngilizce devam etti:
“Velev ki Muhteşem Yüzyıl Türkiye’de yasaklandı, madem bu diziyi özel sektör üretiyor, o zaman çekimlere Kudüs’te de devam edebilirler. Hatta sonra Türkiye’ye de ihraç ederler.”
2005 yılına döndüm:
Sevgili Murat Bardakçı’nın yönlendirmesiyle, Kudüs surlarına paralel uzanan Sultan Süleyman Caddesi’nde yağmurlu bir aralık günü sırılsıklam yürüyüşüm geldi aklıma…
Kanuni’nin üç İbrahimi dini de kucaklamak adına tarihi Yafa Kapısı (Osmanlılara göre Bab-ı Halilullah) üstüne astırdığı o kitabeyi aramış ve bulmuştum:
“Lâilâhe illallah, İbrahim Halilullah.”
Bugün Türkiye’de herhangi bir siyasi veya toplumsal kesimde, çoğulculuk ve çoksesliliği böylesine kucaklayan bir zihniyet görebiliyor muyuz?
Arap âlemi prangalarından kurtulup ağır ağır özgürleşirken, hiçbir çaba harcamadan, sonsuza dek bölgenin örnek demokrasisi olarak kalacağımızı mı zannediyoruz?
Türk dizileri ve onların etrafındaki tartışma, bu sorulara hoşumuza gitmeyecek bazı cevaplar veriyor.
* Hürriyet Gazetesi Dış Haberler Şefi Emre KIZILKAYA'nın iletişim bilgilerine ve bloguna http://about.me/emrekizilkaya adresinden ulaşılabilir. Ayrıca: http://www.twitter.com/ekizilkaya