Oluşturulma Tarihi: Aralık 01, 2002 00:00
DoÄŸrusunu söylemek gerekirse, daha çocukken Atina'da bütün bir akropolü, Ä°talya'da Pompei'yi, Fransa'da Louvre'u gezen birisinin arkeolojiye merak duyması son derece doÄŸal. Kendisini, ‘‘alafranga bir ailenin burjuva kızı’’ olarak tanımlayan bir insanın, baba mesleÄŸi doktorluk dururken, tarihin derinliklerine doÄŸru gönüllü bir yolculuÄŸa çıkması da doÄŸal aslında. Acıbadem'deki köşkün bahçesinde oynarken de, ortaokula giderken de, Erenköy Kız Lisesi'nde okurken de hep ‘‘deli/kanlı’’dır sıfatı. Hayır, saçlarını, o yılların ifadesiyle ‘‘alagarson’’ kestirip erkek gibi giyindiÄŸi için deÄŸil sadece. Biraz da ruhu öyledir sanki. Bu nedenle, Elazığ DeÄŸirmentepe kazısı sırasında yiyecek yüzünden zehirlendiÄŸi için, sonraki bütün kazılarda kavun, karpuz, elma ve patatesi bile sirkeyle yıkattıracak kadar titizdir zaten. Ancak, en az bunlar kadar önemli olan, böyle bir geçmiÅŸe sahip bir insanın, kendisine hayat felsefesi olarak, Attilá Ä°lhan'ın o güzelim ÅŸiirinin, ‘‘inadın nagant gibi koltuÄŸunun altında / yaÅŸamakta direnmek ne demek düşündün mü’’ mısralarını rehber edinmesidir. Emine Çaykara tarafından hazırlanan ve Türkiye Ä°ÅŸ Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanan, ‘‘Arkeoloji'nin deli/kanlısı’’ kitabında anlattıklarıyla dikkatleri üzerine toplayan AyÅŸe Muhibbe Darga ile konuÅŸtuk.Telefonda, ‘‘Bugüne kadar bu kadar kitap yazdım, hiçbirisi bunun kadar ilgi görmedi’’ dediniz. Neye baÄŸlıyorsunuz bu ilgiyi?- Benim bilimsel kitaplarım çok hoÅŸuma gidiyor elbette. Çünkü onların hepsi öğrencilerime yönelikti, Batılı filolog ve arkeologlara deÄŸil. Bizim dil bilmeyen çocuklarımız okuyup anlayabilsinler diye de hepsini Türkçe yazdım. Bu kitapta çok samimi, çok içten davrandım ben. BildiÄŸim ÅŸeyleri gizlemek için özel bir gayret içine girmedim. Bir de ben cesur bir kadınım. Hata yapmaktan korkmayan ama yaptığı hataları da düzeltebilen bir kadınım. YüreÄŸim kadar beynimi kullanmasını da bilirim. Türkiye'de tam mutlu olmaya imkán yok ama ben en azından yaptığım iÅŸlerden memnunum. Benim hayatımın renkli olması da böyle bir ilgi doÄŸurdu sanırım.Kitapta gerek arkeolojinin, gerekse sanat tarihinin pek fazla ciddiye alınmadığından ÅŸikáyet ediyorsunuz. Sizce sebebi ne bunun?- EÄŸitimsizlik ve bilgisizlik elbette. EÄŸitim olmadığı için eski esere karşı sevgi yok. Bu olmayınca, müzeye gitmek diye bir alışkanlık da olmuyor haliyle. Neden geliÅŸmiyor böyle bir alışkanlık?- Kültüre önem vermediÄŸimiz gibi geçmiÅŸimize de önem vermiyoruz. Hatta ilgilenmiyoruz bile. Bizim milletimiz eski yazı bir ÅŸey gördüğü zaman bir miktar saygı gösterir belki ama Roma eserini de yalak olarak kullanmaktan çekinmez. Ben Anadolu'da gezerken pek çok muhteÅŸem eserin parçalanıp temellerde filan kullanıldığını gördüm. Hazır taÅŸ, adam alıp koyuyor temele yahut basamak yapıyor.TELEVOLE ARKEOLOJÄ°SÄ°Arkeolojinin ciddiye alınmadığından ÅŸikáyet ediyorsunuz ama bir baÅŸka yerde de bu iÅŸin moda haline geldiÄŸini söylüyorsunuz. ÇeliÅŸki yok mu?- Hayır yok. Çünkü gerçekten de 80'li yılların başında böyle bir moda baÅŸladı. Ekonomik imkánı olan birtakım aileler Anadolu'yu gezmeye çıktılar. Ä°sim vermeye gerek yok, bu aileler Anadolu'da buldukları tarihi eserleri topladı. Van yaÄŸmalandı mesela. Bunların arasında maalesef bazı arkeologlar da vardı. Bir baktık sosyetede hanımlar helenistik küpeler takıyor. Evlerde özel koleksiyonlar var. Vitrinler dolusu eser sergileniyor. Bunların bir kısmı kayıtlı koleksiyonerlerdi ama büyük bir kısmı da deÄŸildi. Bütün Van bölgesi Çukurcuma'ya taşındı, inanılmaz güzel eserler vardı aralarında. Birkaç kitap okuyan arkeolojiden söz ediyordu. Arkasından Osmanlı eserleri modası patladı. Televole arkeolojisi dediÄŸiniz bu mu?Evet, bu. Hálá var üstelik. Oturuyoruz, Zeugma'dan bahsediyor. Hiçbir fikri yok ama duymuÅŸ bana Zeugma anlatıyor. ‘‘UçaÄŸa binip gittik, Zeugma'daki çingene çinilerini gördük’’ diyor. Kazılar için Anadolu'ya gittiÄŸinizde halkla iliÅŸkiniz nasıldı, korkuyor muydunuz mesela?- Hayır, hiç korkmadım. Çünkü onlar bizi tiyatro kumpanyası gibi görüyorlardı. Hiç unutmam, 1945'te Toroslar'dan Ceyhan'a indik. Etrafımızı çevirip, ‘‘Tiyatro kumyanyası gelmiş’’ diye karşıladılar bizi. Eski eserleri incelediÄŸimizi zor anlattık. TTK, BÄ°LÄ°M MAFYASIYDIÖnemli tesbitlerinizden birisi de 12 Eylül öncesinin Türk Tarih Kurumu ile ilgili. Türk Tarih Kurumu'nun, zaman zaman mafyaya dönüştüğünü söylüyorsunuz. Nasıl oluyor bilimsel mafya?- Türk Tarih Kurumu'nda belli insanların yayınları yapılır, belli insanlar teÅŸvik edilirdi. Çok güzel eserler verilmiÅŸtir verilmesine ama ne bir genç arkeolog, ne de genç bir tarihçi bu kurumdan hiçbir zaman istifade edememiÅŸtir. DeÄŸiÅŸmez bir kadro vardı çünkü orada. Genç bir insanın yaptığı bir araÅŸtırmayı orada bastırması mümkün deÄŸildi. Bunun için benim aÄŸzımdan o mafya lafı çıktı. Türk Dil Kurumu da aynıydı, hiçbir farkı yoktu. Sadece Kenan Evren'in faÅŸistliÄŸi yüzünden kapatılmadı o kurumlar, biraz da bundan kapatıldı. Her ÅŸeyin mafyası var, bu da bilim mafyasıydı. Aslında ben bu kelimeyi kullandığım için üzüldüm sonra.Kitapta deÄŸindiÄŸiniz bir baÅŸka önemli konu da Osmanlıca meselesi. Biliyorsunuz, Osmanlıca'yı ders olarak önerenlere büyük tepki gösteriliyor...- Osmanlıca bilmeden olur mu? Babamın kutularında iki kartvizit buldum. UÄŸraÅŸtım ama okuyamadım. Götürüp sahaf Sami Önal'a okuttum. Minyatür yapıyor, Osmanlıca bilmiyor. Olur mu hiç böyle ÅŸey. Ben arkeolojiyi seçtiÄŸim zaman babam bana, ‘‘Hititçe bilmeden arkeoloji olmaz’’ demiÅŸti. Haklıydı. Osmanlıca bilmeden de bilim olmaz. Öbür taraftan Japon geliyor, gayet iyi biliyor Osmanlıca'yı, arÅŸive girip çalışıyor.TANPINAR YALNIZ BÄ°R Ä°NSANDIEdebiyat Fakültesi'nde Türkoloji ve Tarih bölümleri üvey evlattır sanki. Felsefe ve Arkeoloji, bu bölümlere tepeden bakar biraz. Ama sizin için böyle deÄŸildi galiba.- Çünkü benim çok iyi dostlarım vardı orada. Prof. Muharrem Ergin benim çok yakınımdı. AÅŸk demeyeyim ama aÅŸka yakın bir ÅŸeyler vardı aramızda. Ben evliliÄŸi düşünmedim ama arkadaÅŸlığımız da hep sürdü. Bunun için bizim bölümde bana çok kötü davrandılar. ‘‘Sen nasıl ilericisin, Muharrem Ergin'le böyle bir yakınlığın var’’ dediler. Halbuki Muharrem Bey, benim bütün hastalıklarımda yanıbaşımdaydı. Bir de yine Türkoloji'den Prof. Mehmet Kaplan'ın kıymetinin bilinmediÄŸini söylüyorsunuz. Neden bilinmedi Mehmet Kaplan'ın kıymeti?- Sol yüzünden bilinmedi. Macit Gökberk göklere çıkartılırdı ama kimse Kaplan'dan söz etmezdi. Halbuki o da büyük bir filozoftu. Ahmet Hamdi Tanpınar da öyleydi. Onun da kıymeti bilinmemiÅŸtir. Belli bir kesimde sevilen bir insandı ama yalnızdı. Filozof ve veli bir tarafı vardı. Ben hayrandım kendisine. Ä°lber Ortaylı Hoca nasıl ders anlatırdıÖnde gayet şık giyimli, modern havalı genç beyler, çoluk çocuk deÄŸil, 35-36 yaÅŸlarındalar. Mete Tunçay, kocaman sakalıyla, dev gibi aralarında. Hanımlar var mıydı bilmiyorum. Arkaya geçtim, dinliyorum. Bir harika Ä°lber (Ortaylı). Osmanlı Rus iliÅŸkileri ve Kırım Harbi’yle ilgili bir ders. Ve Ä°lber'in elinde kocaman bir defter. Notları var. Anlatıyor, savaÅŸlar, nedenleri, kültür hayatı, müzik vs... Ve ondan sonra Çaykovski'nin müziÄŸi çalınıyor(...) Bu derece ilginç bir ders, ben aÄŸzım açık, aman dedim, ben kendimi iyi ders yapıyorum sanırdım (...) Mete Tunçay lafa karıştı, karşılıklı diyaloglar, sonunda da Ä°lber cevaplar veriyor. Mete Tunçay'ı ilk orada tanıdım ben. Ders bitti, küçük dilimi yutuyordum, dedim, senin gibi ders veren Servet Tanilli olabilir, hoca Kültür Tarihi derslerinde müzik dinletirmiÅŸ, duymuÅŸtum. Beni mantı yemeye götürdü dersten sonra. Ä°lk defa senin sınıfta gördüm, bir ÅŸey dikkatimi çekti dedim, o iyi giyimli genç beyler kim? Kurmay subaylarmış derslerine gelirlermiÅŸ. Solcu profesörle saÄŸcı profesörün aÅŸkıİstanbul Ãœniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji bölümünde öğretim üyesi Muharrem (Ergin) Bey, benim çok sevdiÄŸim bir insandı, hatta itiraf edeyim Muharrem Bey ile aramızdaki dostluk büyük bir sevgiye dönüştü sonraları. Platonik deÄŸildi, çok üstündeydi. Ve pek az kiÅŸi biliyordu bu dostluÄŸu. Çok tezat iki insandık. Politik açıdan da zıt kutuplardaydık ve hep tartışırdık. Ä°kimiz de bekardık, o iki yaÅŸ küçüktü benden. Bu iliÅŸki yıllarca sürdü. O dönem taÅŸikardilerim oluyordu, her yönden destek olmuÅŸtu bana. Acıbadem'deki evime gelirdi. Karanfil sevdiÄŸimi bildiÄŸinden karanfil getirirdi, beyaz kağıda sarılı büyük buketlerle gelirdi her seferinde. Açık çiçek getirmekten utanıyordu herhalde.Ãœniversite koridorlarında hocalar da tekme tokat dövüşürHattatların ustası Ali Alpaslan'ın profesörlüğü konuÅŸulacaktı bir gün. Ali Alpaslan, bizim köşke gelirdi, annemi tanır. Hatta evlenmesi için çok destekledik. Ä°ÅŸte Alpaslan'ın profesörlüğü konuÅŸulacak. Onun da kürsüsünün başında Abdülkadir Karahan var, Türkologlardan el aman bir adam. Ali de hak etmiÅŸ profesörlüğü. Ama Karahan engellemek için elinden geleni yapıyor (...) Abdülkadir Karahan da zaten sabıkalı, isim vermeyeceÄŸim ama bir hanım profesörle fakültede bir dövüşleri olmuÅŸtu. Koridorda, yalnız öğrenciler dövüşmüyordu (...) Hanım profesör arkadaşımız ona güzel bir tekme patlattı ve bu haftalarca konuÅŸuldu (...) Benim odaya Abdülkadir Karahan geldi, ben dedim ki, buyurun Karahan Bey, beni dövmeye mi geldiniz?Â
button