Üniversiteye yeni model

Güncelleme Tarihi:

Üniversiteye yeni model
Oluşturulma Tarihi: Şubat 27, 2007 10:35

“Türkiye'nin Yükseköğretim Staratejisi” raporu Ahmet Necdet Sezer'e sunuldu.

Haberin Devamı

PARTİLERDEN YÖK'E GÖRÜŞ YOK

YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç başkanlığında oluşturulan Strateji Komisyonunca hazırlanan rapor, kitap haline getirildi.
YÖK Başkanı Erdoğan Teziç, kitabın önsözünde raporun son yıllarda yükseköğretim üzerinde yoğunlaşan tartışlamalara açıklık getirmeyi amaçladığını kaydederek, çalışmanın bunun yanı sıra doğrudan yasal düzenlemeden yola çıkılarak yükseköğretim sorununun aşılamayacağı ya da bir sonuca ulaşmanın mümkün olamayacağı endişesinin bir ürünü olarak ortaya çıktığını ifade etti.
251 sayfadan oluşan raporda, Türkiye'nin Yükseköğretim Stratejisi, ”Yükseköğretim Sistemlerinden Beklentiler: Dünya ve Türkiye'deki Yeni Eğilimler”, “Türkiye'de Yükseköğretim Sisteminin Bugünkü Yapısı ve Performansı”, “Türkiye İçin Yükseköğretim Stratejisi” başlıkları ile ele alındı.
Kitabın “Sunuş” bölümünde Yükseköğretim Kurulunun sürekli olarak Türkiye'nin gündeminde önemli bir yer tuttuğu, değişik dönemlerde eleştirildiği, bazı bakımlardan başarılı olduğu, bazı sorunları çözmede ise yeterince başarılı olamadığı kaydedilerek, Türkiye'nin yükseköğretim sisteminin, gelişerek 68 devlet, 25 vakıf üniversitesinden oluşan toplam 93 üniversite ile daha karmaşık bir duruma geldiği belirtildi.

“TÜRBAN” VE “KATSAYI”

Son yıllarda, üniversitelerle ilgili tartışmaların öncelikli konularının ”türban” ve “katsayı” konuları olduğu kaydedilerek, şöyle denildi:
“Türban diye adlandırılan ve “İslami simge” haline getirilen, genç kızların örtünme biçiminin, kamusal alanda kullanılmasının yasaklanması ile ilgili bir ön tespit yapmakta yarar vardır. Zira bu örtünme biçiminin, kamusal alanda yasaklanması, önce ulusal yargı organlarımızın, ardından da uluslar arası mahkemelerin bağlayıcı kararlarına dayanmaktadır. Üniversiteler de diğer bütün kurumlar gibi, bu kararlara uymakla yükümlüdür. Hemen ekleyelim, bu tür yasaklamalardan hoşnut olmayanlar, bunların değiştirilmesinin hukuki yollarını hiç kuşkusuz kullanabilirler. Ancak, bir hukuk devletinde, kurallara ve mahkeme kararlarına uymak bir yurttaşlık görevi olduğu gibi, aksi yöndeki tutum ve davranışlar karşısında uygulanacak yaptırımlara katlanma sorumluluğu da vardır. Bu açıklamalar dikkate alınmadan YÖK'ü ve üniversiteleri sürekli olarak töhmet altında bırakmak isabetli olmamaktadır.”
Sunuş bölümünde “katsayı” konusuna da değinildi. Üniversiteye giriş sınavında öğrencilere uygulanan farklı katsayıların, meslek liselerinden mezun olanlar için “üniversiteye giriş yolunu tıkadığı” iddiası ile sığ bir tartışmanın başlatılmış olduğu ifade edilerek, “katsayı ile ilgili düzenlemeler, ortaöğretim (meslek liseleri ve genel liseler) öğrencilerinin, üniversite giriş sınavındaki başarıları değerlendirilirken, lise döneminde seçmiş oldukları alanlara göre kendilerine bir avantaj sağlamayı hedeflemektedir. Hiçbir ayrım yapmadan, bütün lise mezunlarına üniversiteye girişte tek bir katsayı uygulaması yapmak, koşulları eşit olmayan bir yarışma yaptırmakla eş anlamlıdır. Bu iki konu etrafında kümelenen tartışmalar, yeni ufuklar açmaktan çok, tıkanıklar ve gerilemeler yaratmıştır” denildi.
Raporla ilgili, 17 üniversitenin ve ilgili 3 sivil toplum kuruluşunun görüşlerini, YÖK'e gönderdikleri, 163 paydaşın da kişisel görüşlerini ve önerilerini YÖK'e yazılı olarak ilettikleri, Dünya Bankası çalışma grubunun yeni bir seçenek sunduğu, bunun sonucunda da Strateji Komisyonunca tüm görüşlerin değerlendirilerek “Türkiye Yükseköğretim Stratejisi”nin üzerinde mutabakat sağlanan bir metin haline getirildiği bildirildi.

YÜKSEKÖĞRETİM SİSTEMİNİN BUGÜNKÜ YAPISI

Kitabın, “Türkiye'de Yükseköğretim Sisteminin Bugünkü Yapısı ve Performansı” başlıklı bölümünde YÖK'ün kendi yapısı değerlendirildi.
“YÖK'ün başlangıç tasarımında, yükseköğretim sisteminin yönlendirilmesinde mali teşvik unsurlarından yararlanması düşünülerek, bütçe süreçlerinde önemli roller oynaması öngörülmüştü. Ama zaman içinde ve özellikle yaklaşık son 15 yıldır, üniversitelerin bütçelerinin dağıtımında, bir çeşit “postacı” rolünden daha fazla bir görev üstlen(e)memiştir” denilen kitapta, şu andaki idari yapısının da bu işlevi taşıyabilecek kapasiteye sahip şekilde oluşmadığı vurgulandı.
Üniversitelerin tüm kadroları, üniversitelerin kuruluş kanunlarında belirlendiği için bu kadroların bir makro plan dahilinde dağıtımı veya gözden geçirilmesine ilişkin rolün üstlenilemediğinin belirtildiği kitapta büyümenin, gerektirdiği esnekliği sağlayacak düzenlemelerin yapılamadığı, bu tür düzenlemeleri gerçekleştirebilecek yapabilecek idari bir kadronun da oluşturulamadığı ifade edildi.

ÜNİVERSİTELER ARASI KURUL

Raporda, Üniversitelerarası Kurulun (ÜAK) akademik konularda karar ve tavsiye kararı almak için oluşturulmuş olmasına karşın, bugünkü yapısı içinde, bu işlevini yerine getirmekte önemli güçlüklerle karşılaştığı ve günümüzde işlevini ancak üniversite öğretim üyelerinin ve az sayıda personelinin özverisiyle sürdürebildiği belirtildi.
ÜAK'nın üye sayısının, yeni kurulan 15 devlet üniversitesi ile birlikte 186'ya ulaştığı ifade edilerek, “Bu sayıdaki bir grubun verimli bir şekilde çalışması olanaksız olmaktadır” denildi. Kurulun, acilen 15 kadro ile takviye edilmesi için Milli Eğitim Bakanlığına sunulan talebin ise henüz sonuçlanmadığı belirtildi. Kurula bağlı olarak 120 dolayında öğretim üyesinin komisyonlarda çalıştığı ancak, bu üyelere ödeme yapacak herhangi bir fasılın, ÜAK bütçesinde bulunmadığı kaydedildi.
Doçentlik jürilerinin karşılaştığı maddi sorunlara da dikkat çekildi.

SİSTEMİN İŞLEYİŞİNDE ORTAYA ÇIKAN SORUNLAR

Raporda, üniversitelerin, yükseköğretim sisteminin temel birimi olduğu vurgulanarak, sisteminin başarısının üniversitelerin başarısına bağlı olduğu belirtildi. Varolan sistemin işleyişinde ortaya çıkan sorunlar, üst yönetimden başlayarak şöyle sıralandı:
“Rektörlerin görev süreleri ve donatıldıkları yetkiler, onlardan rektör olurken önerdikleri programları liderlik yaparak uygulamalarının beklendiğini göstermektedir.
İşlev, belli bir vizyona dayandığında başarılı olarak yerine getirilebilmektedir. Üzerinde oydaşma sağlanmış böyle bir vizyona dayanmadığı durumlarda ise 'tek adam' yönetimine dönüşerek, üniversitenin yaratıcı bireylerinin katılımına kapalı bir yönetim niteliği kazanabilmektedir. Bu nedenle de yeterli kapasitelerle donatılmış rektörün kim olacağı, üniversitelerin başarısı açısından çok kritik bir önem kazanmaktadır.”

VAKIF ÜNİVERSİTELERİ

Vakıf Üniversiteleri yönetmeliğinde, mütevelli heyetine verilen yetkilerin en önemlisinin, üniversite rektörünün belirlenmesi olduğu vurgulanan raporda, ”Yasaya göre, mütevelli heyet rektör adayını belirleyerek, 'olur' almak üzere YÖK'ün olumlu görüşüne başvurmakta, rektör seçiminde cumhurbaşkanlığı devre dışı bırakılmaktadır. Oysa, Anayasa'da yer alan özel hüküm uyarınca vakıf üniversitesi rektörlerinin de cumhurbaşkanınca atanması hukuki bir zorunluluk olmaktadır” denildi.

ÜNİVERSİTELERİN FİNANSAL YÖNETİMİ

Devletin, üniversiteleri kendi ürettiği kaynaklarla bir başka ifadeyle özel finansmanla baş başa bırakma eğiliminde olduğunun ifade edildiği raporda, 2003 yılından itibaren üniversitelerin döner sermayelerinin hükümetin kararlarıyla önemli kayıplara uğradığı savunuldu.
Yükseköğretim sisteminin tümünün finansman durumunun genel bir değerlendirmesinin yapıldığı raporda şunlar kaydedildi:
“İlk belirtilmesi gereken nokta Türkiye'nin yükseköğretime ayırdığı kaynakların azlığıdır. Eğer arzı artırıp, kaliteyi yükselterek, çağdaş bir iddia taşınmak isteniyorsa finansman modelinde önemli değişiklikler yapmak gerekecektir. Tabii ki, yalnız kaynakları artırmak yeterli olmayacak, aynı zamanda bu kaynakların etkin bir biçimde kullanılması için yeni yaklaşımlar ortaya koymak gerekecektir. 5018 sayılı yasayla uygulanmaya başlanan yeni yaklaşımın bu bakımdan ne kadar başarılı olacağı, ancak 2007 yılında döner sermaye gelirlerinin üniversite bütçeleri içine alınmasından sonra anlaşılacaktır.”

Haberin Devamı

Yükseköğretimin, ortaöğretimin yetersizliğinin sonuçlarıyla baş başa bırakıldığı vurgulanan raporda, şöyle denildi:
“Sadece bir sınavın sonuçları ile ortaöğretim başarı puanının ölçüt olarak kullanılması, öğrencilerin diğer niteliklerinin göz ardı edilmesine neden olmaktadır. Çoktan seçmeli sorularla, öğrencilerin analiz, sentez ve değerlendirme yapabilme yeteneklerini ölçmek son derece zorlaşmaktadır. Yükseköğretim programlarına yerleştirmede, puanı yüksek olana öncelik vermekte, bu uygulama “eğitimin yaygınlaştırılması” ilkesine ters düşmektedir.
Yerleştirmede, adayların sınav ve okul başarısı dışındaki özellikleri göz önüne alınamamaktadır. Bunun bir eksiklik olduğunu ileri süren bazı çevreler, merkezi sınavın yine ÖSYM tarafından yapılmasının uygun olacağını, fakat yerleştirmenin üniversitelerin kendileri tarafından diğer etmenler de göz önünde tutularak yapılmasını önermektedirler. Bu yol izlendiği takdirde, üniversitelerin adayları değerlendirirken öznel yollara başvurma ve hatta önemli ölçüde dış baskılar altında kalma olasılığı göz ardı edilmemelidir. Önceki yıllarda karşılaşılan sorunların tekrar yaşanmaması için, daha iyi bir çözüm bulunana kadar, merkezi yerleştirme uygulamasının sürdürülmesinin yararlı olacağı konusunda bir oydaşma bulunduğu söylenebilir.”
Uygulanmakta olan öğrenci seçme sınavının, kendini ifade etmede zorlanan, sorun çözme becerisi yeterince gelişmemiş, sosyal etkinlik deneyimi olmayan, toplumdan kopuk, ortaöğretimin temel amaçları ile yoğrulmamış bir lise mezunu profilinin yetişmesine yol açtığının vurgulandığı raporda, sınav sisteminin öğrencinin ruhsal durumunda da olumsuzluklara neden olabildiğine dikkat çekildi.
Türkiye'de sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin çok yüksek olduğuna işaret edilen raporda, “ÖSS, öğrencinin yeteneğini ve bilgisini nesnel olarak ölçen bir sınavdır. Kuşkusuz böyle bir sınavdan bu eşitsizlikleri gidermesini beklemek doğru değildir. Ancak bu saptama, sınav sonuçlarının öğrencilerin yükseköğretim kurumlarına yerleştirilmesinde belirleyici rol oynadığı ve bu eşitsizliğin sürdürülmesine katkıda bulunduğu gerçeğini göz ardı etmenin gerekçesi olmamalıdır” denildi.

“BİRE BİR ÖZEL EĞİTİM ALANI DA GELİŞTİ”

Dershane sistemine de değinilen raporda, üniversite seçme sınavlarının da katkısıyla ortaya çıkan öğrenim eksikliklerini tamamlamanın tek yolunun, özel dershaneler olmadığı belirtildi. Bu yola göre daha pahalı olan bire-bir özel eğitim gibi bir alanın daha geliştiğine dikkat çekilen raporda, bu ikinci yolun, birinci yola göre çok daha büyük ölçüde vergi açısından kayıt dışı kaldığı vurgulandı.
Ortaöğretimin homojen nitelikte ve başarılı olarak verilmediği bir ülkede, eğitimdeki açıkları kapatmak için, özel dershane sektörünün genişlemesinin, beklenen bir gelişme olduğu belirtilen raporda, şunlar kaydedildi:
“Ama, Türkiye'de dershane sektörü konusunda yaşanmakta olan eleştiri yoğunlaşması, bunların ortaöğretim kurumları üzerinde yarattığı olumsuz etkiler yüzünden olmaktadır. Dershane sektörü devletin ortaöğretim kurumlarındaki iyi yetişmiş öğretmenleri kendine kanalize etmektedir. Ayrıca, sınavların tek amaç haline gelmesi sonucu, öğrencilerin okullarına devam etmeyerek dershanelere gitmesi ve ortaöğretimin son sınıflarını boşaltan etkiler yaratmasına yol açmaktadır. Bu tür bir etkileşme sonucu, özel dershaneler, ortaöğretimin açıklarını kapatacak bir işlev görmek için yola çıkarken, ortaöğretimin kalitesini daha da düşüren etkiler yaratmakta, kendine olan gereksinmeyi güçlendirmektedir. Günümüz koşullarında öğretmenler ve okul yöneticileri, dershaneye ihtiyaç bırakmayacak bir öğretim verme iddiasını taşıyamamaktadır.”

“ÖĞRETİM ÜYESİ AÇIĞI VAR”

Yükseköğretim sistemlerinin başarısı büyük ölçüde öğretim elemanlarının niteliğine bağlı olduğu vurgulanan raporda, öğretim elemanlarının yaşam standartlarının yükseltilmesi gerektiği vurgulandı.
Raporda, Türkiye'de yükseköğretim sisteminde hem nicelik hem de nitelik olarak önemli düzeyde öğretim üyesi açığının bulunduğu kaydedildi.

Haberin Devamı

ORTAÖĞRETİMİ BİTİRME SINAVI ÖN KOŞUL

Önerilen geçiş sisteminin ön koşulunun, ortaöğretim sonunda yapılacak ”ortaöğretim bitirme sınavı” olduğu vurgulanan raporda, bu sistemde özel yetenek sınavı dışında merkezi olarak sıralama niteliğinde 2 sınav yapılması ve üniversitede yerleşilecek programların 4 gruba ayrılması önerildi.
Öneriye göre, bu çerçevede her yıl haziran ayının ikinci yarısında, birbiri ardından gelen haftalarda 4 aşamalı bir “Ders Düzeyi Geçme Sınavı” düzenlenecek. Bu aşamalarda; Matematik, Sosyal Bilimler, Fen Bilimleri ve Türkçe-Yabancı Dil ile ilgili ders düzeyindeki sınavlar uygulanacak. Böyle bir sistem içinde üniversiteler ve bölümler hangi nitelikte öğrencileri alabileceklerini kendileri kararlaştırabilecek. Bu yöntem, seçilen öğrenci ve verilen programların uyumunu kolaylaştıracağı gibi, üniversitelerin ve bölümlerin kendilerini farklılaştırmasına da olanak verecek. Ayrıca bu sistem, dershane gereksinmesini artırmayacak ve belki de öğrenciler daha az alandan sorumlu olacağı için sınava gireceklerin sayısı azalacak.
Diğer merkezi sınav ise “temel düzey seçme sınavı” adıyla yapılacak ve ortak müfredata dayalı olacak. 2006'dan önce uygulanan ÖSS'ye benzeyen bir sıralama sınavı yapılacak. Sınavda, belirli bir puanı aşma koşulu bulunmayacak.
“Özel Yetenek Sınavı” ise bugün uygulandığı gibi üniversitelerin ilgili bölümleri tarafından uygulanacak.

İMAM HATİP LİSELERİ

Raporun ek bölümünde, imam hatip okullarına da değinildi. Bu okulların sayısının arttırılmasına, halkın çocuklarına dini bilgi aldırma talebinin gerekçe olarak gösterildiği belirtilen raporda, “Oysa Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nda öngörülen imam hatip okulları, ailelerin çocuklarına dinini öğretmek için açılan okullar olmayıp, din hizmetlerinde görev alacakları yetiştirme amacıyla açılabilecek okullardır” denildi.
Anayasa'nın dini konuların öğretilmesinde iki ayrı alanı öngördüğü hatırlatılan raporda, şunlar kaydedildi
“Birincisi, Laik Cumhuriyetin ilk ve ortaöğretim kurumlarında, bütün öğrenciler için herhangi bir ayırım söz konusu olmaksızın, din kültürü ve ahlak öğretiminin zorunlu dersler arasında yer almasıdır. Bu alan, salt bilgilendirme ya da öğretimle ilgili olup din eğitimini içermemektedir.
İkincisi ise din eğitimi ve öğretimidir. Bu husus zorunlu olmayıp kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır. Bu alandaki 'eğitim', okulların çatısı altında değil, Diyanet İşleri Başkanlığının belirleyeceği mekanlarda ya da ibadet yerlerinde yapılabilir.”
“Din görevlileri arasında yer alan imamlık, Türk toplumu için yadsınamayacak bir meslek alanıdır” denilen raporda, geniş halk topluluklarına hitap etme konumunda olan din görevlilerinin, her yönden donanımlı yetişmesinin önemine de dikkat çekildi. İmam hatip okullarında verilecek eğitimin kapsamı ve niteliğine de değinilen raporda, bu okullarda verilecek eğitimin, öğrencilere, din bilgisinin yanında, çağdaş değerleri özümsemiş, modern dünyayı algılama ve anlama yeteneğine sahip meslek elemanı kimliği kazandırması gerektiği ifade edildi.
Din görevlilerinin bilgi düzeyinin yükseltilmesi gerektiği vurgulanan raporda, şöyle denildi:
“Hem bu amacı gerçekleştirmek, hem de Tevhid-i Tedrisat ilkeleri içinde kalmak için hem İmam hatip liselerinde hem de ilahiyat fakültelerinde atılması gereken adımlar bulunmaktadır. İmam hatip liselerinin sayıları, bu okulları, liselere alternatif konumdan çıkaracak biçimde sadece 'din görevlisi yetiştirmekle sınırlı' meslek okulu olarak programları yeniden düzenlenmelidir. Din görevlisi olarak atanacaklarda, imam hatip liselerinde verilen eğitimin yeterli görülmemesi halinde en azından açıköğretim ilahiyat ön lisans derecesi aranmaya başlanmalıdır. Araştırmacı nitelikler kazanmak ve akademik yaşamda ilerlemek isteyenler, ilahiyat lisans ve lisansüstü programlarını almalıdır. Sayıları ve yerleri yeniden düzenlenirken, ilahiyat fakültelerine ve ilahiyat ön lisans programlarına öğrenci kaynağı olabilecek imam hatip liselerinin büyük kentlerde bulunmasına özen gösterilmesinde yarar vardır.”

DİĞER ÖNERİLER

Raporda yer alan diğer öneriler ise şöyle:
“-Türkiye'de yükseköğretim sisteminde yapılan bilimsel araştırmalar ve yayınlar, dış ve iç tarihi bulunan ve uluslararası düzeyde saygınlığı olan bilimsel bilgi üretimine yönelmiş olmalıdır.
-Yükseköğretim Genel Kurulu'nun 21 kişiden oluşması, 11 üyenin Üniversitelerarası Kurul (ÜAK) tarafından, 5 üyenin Bakanlar Kurulu, 5 üyenin de Cumhurbaşkanı tarafından belirlenmesi düşünülebilir.
-YÖK'ün bir organ olarak varlığı korunmakla birlikte, görev ve yetkilerinde bugüne göre önemli bir sınırlama yapılması yararlı olacaktır.
-Yükseköğretim Denetleme Kurulu korunmalıdır.
-ÖSYM'nin gerek bütçe gerekse yönetim bağlamında YÖK'ten ayrılması, sistemin bütünlüğü açısından sakıncalıdır. Bütçe bakımından getirilen uygulama, düzeltilmesi gereken bir durumdur.
-ÜAK birçok ülkede olduğu gibi Rektörler Komitesi'ne dönüşebilir ve yalnızca rektörlerden oluşabilir.
-Akademik yükseltmelerin ve atamaların asgari koşullarının belirlenmesi de ÜAK'nın görev alanında olmalıdır.
-Rektörün görev süresinin beş yıla çıkartılarak, tek dönemle sınırlanması yararlı görülmektedir.
-Eğitim fakültelerinin büyük kentlerde toplanmasına çalışılmalıdır.
-Düzenleme işine, yüksek okullar, meslek yüksek okulları ve ön lisans programlarının ilişkilerinin yeniden düzenlenmesiyle başlanmalıdır. Bunun için üniversitelerde Uygulamalı Bilimler ve Uygulamalı Teknolojiler Fakülteleri kurulmalıdır.
-Sık aralıklarla çıkarılan öğrenci aflarının akademik yaşama kabul edilemez bir siyasal müdahale biçimi olduğu dikkate alınmalı ve öğrencilerin akademik başarısına ilişkin değerlendirmelerin, sadece yükseköğretim kuruluşlarının hareket alanı içinde olduğu görüşü benimsenmelidir.
-Öğrenciler dil öğrenmeye daha açık oldukları yaşlarda yabancı dil bilgilerini geliştirmeli, üniversiteye yabancı dil sorunu kalmadan gelmelidir.
-Üniversite bütçelerinin (döner sermayeler dahil) üniversite kamuoyuna açık hale getirilmesi ve saydamlaştırılmasında yarar vardır.
-Döner sermaye kazançlarına hükümetlerin emrivakiler halinde el koymasının yolları tıkanmalıdır.
-Üniversitelerin öğrencilerini desteklemek amacıyla burs fonu oluşturabilmelerinin yolu yeniden açılmalıdır.”

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!