Güncelleme Tarihi:
Gökyüzüne açılır bütün pencereler, yıldızları erir karanlık denizlerin, kül olur heves, yağmurlar ve fesleğenler maviye yakın durur, bulutlara benzer tütün, efkârvahşi atlara benzer döver içimizdeki mahpus damlarını, ağustos böcekleri susar akşam olur, sesler ‘sus’ olur, gece siyah bir perde olur buruşuk birer kravat hayatın boynunda… Günün ilk ışıkları karanlıktan geçmiş nefti bir maviyle duruyor dışarıda. İçerde arya, bir Rus ezgisi Elif Gökalp söylüyor. Arabada arkada oturuyoruz muhabir arkadaşım Işıl Kaya ile önde Genel Yayın Yönetmeni Sonerhan Önal, yanında dergimizin yazarı Avukat Çiller Nazife Koşar. Sol yanımdaki dağlarda turuncu bir renk, altında hafif sis, eteklerine inmiş dağların, Aydın elleri… Denizli’ye doğru ilerliyoruz… Denizli’nin Bozkurt İlçesi’ne gidiyoruz. Dersimiz uçurtmasız ve babasız çocukların yazılmamış öyküleri… Ya da okunmamış…
Cezaya omuz veren çocuklar
Cezaevinin kapısında duruyoruz, aralık kalmış kapılara benzemiyor bu demir yığınları ama cezaevine de çok benzediği yok… Kafamızı kaldırıyoruz yukarda “T.C. Adalet Bakanlığı Denizli Bozkurt Açık Ceza İnfaz Kurumu” yazıyor. Yazının bittiği yerde masmavi gökyüzü başlıyor. Derin bir nefes çekiyorum ciğerlerime, içerdeki hava yetmeyebilir… Ziyaretçi kaydından sonra müdür hanımın odasına geçiyoruz. İkramda bulunmak için zile basan bayan müdürün karşısında bir beyefendi… Esas duruşa yakın bir şekilde duruverdi. Her gün erkek şiddetine maruz kalan ve bunu hayatlarıyla ödeyen kadınların ülkesinde bu fotoğrafı bir merhem gibi basıyorum Gülhayat’tan, Meryem Yılmaz’dan Gamze Gezeroğlu’ndan kalan yaralarımıza… Acı bir kahve istiyorum. Güleryüzlü bey çıktıktan hemen sonra, içeriye ikinci müdür hanım giriyor ardından okul öncesi eğitim öğretmeni… Hepsi oldukça dostane davranıyor yüzlerinde güven veren bir ifade ve samimi tebessüm. Tanışma sahnesinin ardından asıl konuya giriyoruz.
Genel Yayın Yönetmenimiz Sonerhan Önal “Bu çocuklar…” diyor. Kapılar birden bire tel örgüsüz, duvarsız, parklara açılıyor. Patlak küçük bir topun peşinden koşuyorlar, düşenlerden biri koşmaya devam ediyor, geçiyor ötekilerini, peşinden diğer çocuklar hep beraber koşuyorlar,nefes nefese koşuyorlar, saçları uzamış ve rüzgarda savrulan Erdem’in tişörtünden ellerinden tutunamaya çalışıyorlar… Birer kelebek oluyorlar… Burada mutlu olduklarını ifade ediyor müdür hanım… Ama bir eksikleri varmış.
“Rol modelleri eksik”
Suç işleyip hüküm giymiş annelerin 0-6 yaş arasındaki çocuklarının onlarla beraber cezaevlerinde büyümelerinin ilerde hangi olumsuzluklara yol açacağını elbetteki psikologlar ve sosyologlar anlatabilir. Ancak psikologların ve sosyologların araştırmalarına veri sağlayacak olan en iyi materyallerden biri olacak bizim yazmaya çalıştığımız çocukların bu yaşadıkları, öyküleri. ‘Esastan’ve ‘Usulden’… olan durumu yasayı ve yönetmeliği tartışsınlar ama biz Erdem’in neden kıvırcık, uzunca saçlarını kesmek istemediğini, ismini yazmak istemediğimiz bir erkek çocuğun neden etek giymek istediğini anlatmak istiyoruz...
Yarınlara eksik büyüyorlar
Yaklaşık 275 kadının bulunduğu bu duvarların içinde etek giyen, makyaj yapan kadınlara bakan bazı erkek çocukların da bu davranışı sergilemek istediğini konuşuyoruz. Kapalı cezaevine geri dönen bir kadının çocuğundan söz ediyorlar. Etek giymek istiyormuş. İdare rol eksikliğinin bunlara neden olduğunu söylüyor. Yarınlara eksik büyüyen çocuklar, her sabah 2000 yıl yenik başlayacaklar belki de…”,“Çocukken kapı zillerine basar kaçardık” cümlelerine anlam vermeye çalışırlar. Soramazlar, anlayamazlar, onca yaştan sonra kapıların zillerine basılamayacağı anlarlar. Gecikmiş hayatlarla yar olunmuyor… Çocuk gelişimci psikologlar, anneleriyle büyüyen çocukların entelektüel ve cinsel kimlik gelişimleri açısından doğru bir yer olmadığını vurguluyorlar. Bu çocuklar, cezaevlerinde anneleriyle büyüyorlar. Bir zorunluluk yok, devlet koruma altına alabilir ya da dışarıda birinci derecede akrabalarına bırakılabilirler. 0-3 yaş arası 13, 3-6 yaş arası ise 10 çocuk, toplam 23 çocuk bulunuyor. Türkiye genelinde ise 495 çocuk… Sadece yarı açık değil kapalı cezaevlerinde de var… Hayatın bu kuytu yerinde kelimeleri, renkleri, hüzünlü yüzleri, kapanan kapı seslerini çok uzaklara bakan annelerinin gözlerinin nerede başlayıp nerede bittiğine tanık olarak büyüyen çocuklar.
Babalarından korkan çocuklar
Ziyarete gelen babalarından korkuyormuş çocuklar… Korku ile erken tanışan çocukların sevinci geç olur, hüznü kederle bilenmiş, bilendikçe sonuna doğru ilerleyen bıçaklar gibi. Kucağında büyüdükleri annelerinin bir gün katil ya da… olduğunu öğrendiklerinde “ağu” (zehir) emerek büyüdüklerini anlayacak ve yaşlanmış olacaklar belki de…
Eksik bir şey var bu mutlulukta
İdareden çıkıyoruz… Çocukların bulunduğu yere doğru ilerliyoruz hep beraber… Müdür hanıma yakın duruyorum istemedikleri fotoğrafları çekmemek ve herhangi bir olumsuzluğa neden olmamak için. Çekmem gereken yerlerde ikaz etmelerini istiyoruz. Kreşe gidiyoruz… Öğrenci yurdu olarak düşünülmüş bir bina, Antik Yunan filozoflarının konuşulduğu ya da Sartre’nin varoluşçuluğunu tartışan öğrenciler yerine bugün çoğu ‘Kader Mahkûmu” kadınlar, hayatlarının geri kalan kısmı için konuşuyorlar muhtemelen. Kreşe girişte, çocuklar gelenlere pek alışık değil gibi görünüyorlar. Öğretmenleri ve müdürlerle beraber içeri giriyoruz. Köşede olanları gizlenerek izleyen, çemberin dışında görüntüsü veren Halil dikkatimizi çekiyor. Genel Yayın Yönetmenimiz Sonerhan Önal, biraz ürkek ve biraz da hırpalanmış bakışlı çocuğun ellerinden tutarak, oyuncakların olduğu alana çekiyor. Sonra omzuna alıyor Halil’i… Ardından sıraya giriyor çocuklar… Halil’in sevinçten, bizim ise hüzünden gözlerimiz doluyor… Gülümseyerek yaşaran gözlerin bakışları namlu gibi… Sonra resim çizmeyi büyük bir tutkuyla isteyen Doğukan’ı alıyor omuzlarına, sonra Rana, Ayberk, Hilal… Sonra bütün dünyası çizgi film olan Erdem! Erdem’in hikâyesini dergimizin köşe yazarı Avukat Çiler Nazife Koşar anlatıyor… . Size onun minik yüreğinde küçük bir dünyanın, onunla nasıl büyüdüğünü anlatacak ayrıca. Söz verdim… Çok mutlu olduklarına bizzat tanık oluyoruz. Mutsuz annelerin göğsünde büyüyen çocukların mutluluğunda eksik bir şeyler var. Hikâyenin sonunda boynuna çocukların kollarının birer kement gibi geçtiği muhabir arkadaşım Işıl’ın boynundan anlayacaksınız… Çocukların çok mutlu oldukları, öğretmenleri ve personelin şefkatten, gösterdikleri ilgiden okunan duygudan görüyoruz. Her yerinden okunabilen bir mutluluk, her yerinden su almaya müsait hayatlar gibi, açık denizler gibi patladığında…
“Cezaya omuz veren çocuklar”
Kreşten ayrılıp konuşmak üzere buluşacağımız hükümlü kadınların bulunduğu salona doğru yürüyoruz, müdürler ve gardiyanlarla beraber… Merhabalaşma ve nerden, neden geldiğimiz söylenmiş olsa da kısaca kendimizi tanıttıktan sonra, öncelikle neler yaşadıkları ve çocukları ile yaşadıkları hayatı anlamak üzere sorular sorduk. Bir anne sorularımızdan birine cevap verirken önceden haber vermediği için, kelimeler içimizden paletler şeklinde geçti… Tazyikli suda lavaboya düşen bir bardak gibi paramparça… Cam kırıklarıyla oturdu içimize… Etimize geçti yavaş yavaş… Kana karıştı, büyük dolaşıma, kalbim menziline girerken yutkunduk hep beraber… “Ben oğlumla akşamları oynamak istiyorum. Hoplayıp zıplamak istiyorum ancak koğuşta insanları rahatsız etmiş oluyoruz. Ya da genelde diğer çocuklar uyuyor oluyorlar” diyor. Ardından başka bir kadın, kapalı cezaevindeyken aldığı sosyal yardım desteğinden kesilmiş olmasından üzüntü duyuyor. Yarı açık ceza infaz kurumlarında gereken ihtiyaçlar karşılandığından, her ay aldıkları 100-150 TL arasında değişen yardımı artık alamıyorlarmış. Dertlerini düzgün ifadelerle, uygun ses tonları ve birbirinin sözünü kesmeden dile getiriyorlar. İçlerinden bir kadın kelimelere daha güzel yer açıyor… Zaman zaman çocukların ağlamaları ve gülme sesleri bölüyor konuşmaları. Çocuklar için sinema ya da tiyatral gösteriler istendiğinde müdür hanım olumlu bakarak olabileceğine dair ifadelerle yanıt verdi. Daha sonra müdür hanım, kadınların daha rahat konuşmaları için olsa gerek bir iki gardiyan arkadaşını bırakarak bitince odasında yeniden görüşmek üzere ayrıldı.Konuşulanlar konuşuldu, notlar tutuldu, beyaz sayfaların üzerinden geçerken kalem, sayfaları ve hayatları anlaşılır kılıyordu, kaleme alttan baktım, “….ben öyle bilirim ki yaşamak berrak bir gökte/ çocuklar aşkına savaşmaktır” diyordu. Geri çekilirken bir kadın, “Çocuklarımız ile mutluyuz, bizim için büyük dayanak” diyor. Müdür hanım da altı çizilesi bir yargıda bulunmuştu. “Cezaya omuz veriyorlar” demişti. Minicik elleri ve omuzlarıyla nasıl bir acıya ve hayata sufle verdiklerini bilemeden annelerine payanda çocuklar. Babalarından korkan, hayatları çoktan kundaklanmış annelerin göğsünde yaşamayı sığınak edinmiş çocuklar…
Yanlış mekân yanlış insan
Bir başka cümle daha kullanmıştı müdür hanım, güler yüzüyle kahvesini yudumladıktan sonra, “Bakıyorum da burada çok iyi insanlar var. Dışarıda da aynı şekilde bakıyorum, çok kötü insanlar var. Bazen kendi kendime buradaki bu iyi insanların, ne işi var burada diye düşünüyorum. Sormadan geçemiyorum…” İyilik ve kötülük,mekân değiştirirken kahramanlarını çıkmaz sokaklarda unuttuğu bu hayatı belki de Cemal Süreyya “Öyle bir yere geldik ki hiçbir sokağın adı yok”şeklinde anlatıyor.
Cezaevinde doğan “Melekler”
Cezaevinin bahçesinden idareye doğru yürürken annesinin rüyasında gördüğü çiçeklerle doğuran, gözleri yosun yeşili Melek, annesinin kucağında yanımızdan gelip geçiyorlar. Genel yayın yönetmenimiz “Bu kareyi çek, çok güzel bir çocuk” dediğinde ters ışıkta duran Melek’i annesinden izin alarak, annesinin kucağında annesinin yüzünün görünmeyeceği şekilde çekmeye çalıştık. Fotoğraf makinesinden korkan Melek ile çok kısa bir süre sonra bir başarıyı kutlar gibi ele ele “çak”ıştılar. Bu oyunu çok sevmiş olmalı ki defalarca aynı hareketi Sonerhan Önal ile yaptı. Her defasında kahkaha atarak mutlu olduğuna dair fotoğraflar verdi. Bursa’daki cezaevinde doğmuş… Şimdi Denizli /Bozkurt Açık Ceza İnfaz Kurumu’nda, henüz on dört aylık… Halı dokurken ilmekleri sıkıştırmakta kullanılan küçük ip yumağı: Melek. Bu şekilde yazıyor Türk Dil Kurumu… Annesi de onunla hayata bağlandığını söylemişti. Bir tesadüfün çocuklara benzediği, gönül gözüyle okunan ortak bir alfabe gibiydi “Meleklere” dair hissedilenler.
Fotoğraf çektiğim için pek soru sormaya fırsatım olmadı ancak bir soru sorabildim. Çıkınca ilk yapmak istedikleri “şeyler”in neler olduğunu sordum. Hep beraber daha önce anlaşmış gibi ya da bu soruya hazırlıklı gibi kapılarını kapatmayacaklarını söylediler, hırsızlara rağmen, bir de gece yürümek istiyorlarmış. Yürürken yaşayamadıkları hayattan öç almak için…
Çocukların kollarına kıldan ince boynumuz
“Gitmek”le yaralanan çocuklarmış meğer kreşte oynadığımız bu çocuklar. Dışardan gelen biri(leri) kalkıp gidince onlar, duvarın içeriden yükselen yerlerinde boyunları uzamayan, sesleri ulaşmayan çocuklarmış… Kimsenin kalmadığı, gelenlerin biran önce terk ettiği, arkasından uzun uzun bakılan bir yolmuş bu çocuklar. Yolların ya uçurumlarla ya da yüksek duvarlarla kesildiği imkânsızlıklarmış bu çocuklar.Sonerhan Önal’ın boynuna asılıyor Esma “Gitmeyin” diyor. Ayaklarına sarılıyor… “Sana yalan söylemem. Söyleyemem. Gitmeliyim ama söz geleceğim” diyor Genel Yayın Yönetmenimiz… Hemen ardından Işıl’ın boynuna “N’olursunuz gitmeyin. Kalın” diyor. Bize alıştılar demekti. Üçü birden boynuna sarılıyor, düşmemek için direniyor Işıl.Boynuna çocukların kolları birer kement gibi geçmiş. Ne kadar sıkı sarılırsa o kadar başarılı olacak, gitmemize böylece engel olacak. Çocukların kolları yavaş yavaş gevşedi sonra, büyükler gitmek zorunda olduğumuzu anlattılar. “Anlamak” bilincin acıyan bir yeriydi, “anlamanın” insanı güçlü kıldığı bir yer değildi burası, kolları birer kesik dal gibi düştü çocukların… Sesleri salonun boşluğunda duvarları yokladı, kelimeler kelebek ölüleri gibi duvar diplerinde kaldı… İçimizde bir “yer” kaldı…