Güncelleme Tarihi:
Verdiği fetvalarda, “ehl-i heva cem olup, malayani kelimat edip”; yani boş işlerle uğraşıp, yararsız konuşmalar yapanların kahvehanelerde toplanmasını lanetlemek gerektiğini belirtiyordu. “Boş konuşmaya, vakit öldürmeye” karşı çıkmak meselenin sadece bir boyutuydu. Asıl alışılmadık olan, kahvehanelerin getirdiği yeni sosyalleşme ortamıydı. Adeta hepsi birer alkolsüz “müslüman meyhanesi”ydi. Üstelik gündüzleri de açıktılar ve çok farklı sosyal sınıflardan insanı buluşturuyorlardı. Fransız seyyah Thévenot’ya göre “bu yerlere ne din, ne de makam farkı gözetilmeksizin her çeşit insan gelebilir”di. Bu açıklık, her türden haberin, farklı görüşün daha hızlı yayılmasına neden oluyordu. Tabii, aynı zamanda dedikodular ve spekülasyonlar için bulunmaz bir ortamdı. Bu yönüyle artık devletin karşısında denetlemek durumunda kaldığı yeni bir mecra vardı. Nitekim II.Selim ve III.Murat döneminde kahvehaneler yer yer yasaklanmaya çalışıldı. Ama bu girişimler çoğunlukla yüzeysel kaldı. Kaldı ki “keyif verici madde” sayılıp yasaklanması da dînen pek kolay değildi. Bu konuda tartışmalar uzun süre devam ettiyse de kazanan, halkın beklentileri ve biraz da ticaretten elde edilen gelir oldu. Kahvehaneler hem önde gelen devlet adamları, hem de yeniçeri ağaları için kârlı bir yatırım aracıydı. İzleyen yüzyıl içinde kahvehaneler, şehirler başta olmak üzere imparatorluğun pek çok köşesine yayıldı. Ta ki, IV.Murat’ın katı yasaklarına dek... Darbeci yeniçeri gruplarını durdurmak isteyen padişahın, İstanbul’da tütün, içki ve kahve yasağına başvurması çok da şaşırtıcı değildi. Yeniçerileri dizginleyip kargaşanın önüne geçmenin yolu, toplumun fazla “kaynaşmamasını” sağlamaktı! Osmanlı tarihindeki en uzun süren yasaklamalar onun saltanatı döneminde görülür. 18.Yüzyıldaysa kahvehaneler yeniden sosyal yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gelmişti. Toptan yasaklamanın yerini diğerlerine “ibret olsun” diye verilen tekil kapama cezaları alıyordu.
SOSYAL PAYLAŞIM MECRASI
Kahvehaneler sadece sohbet mekanı değildi elbette. Tavla ve satranç en çok oynanan oyunlardı. Ayrıca kahvehane sahiplerinin tuttuğu çalgıcılar olurdu. Ancak bu mekanlarda ozanların, meddahların, ortaoyuncuların ve tabii Karagözcülerin yeri ayrıydı. Çünkü bunlar aynı zamanda hicivle-mizahla toplumsal muhalefetin dışa vurumunu sağlıyorlardı. İktidar, hicvin “makul sınırı” aştığını düşünürse gösterilerin ve onlara ev sahipliği yapan kahvehanelerin ceza alması, hatta yasaklanması ihtimal dahilindeydi. Bu tavrın örneklerini, “hürriyet” vaadiyle başa gelen II.Meşrutiyet yönetiminde bile görmek mümkün.
Kahvehanelerin “gösteri mekanı” olmasının yanında önemli bir özelliği de “kıraathane” yani okuma evi olmasıydı. Peçevi şöyle yazar: “Kimisi kitap ve güzel yazılar okur... Bazen yeni yazılmış gazeller getirip şiir ve edebiyattan söz edilirdi.” Okur yazarlığın çok düşük olduğu bir toplumda kitapların, hikayelerin, 19.yüzyıldan itibaren de gazetelerin sesli olarak okunması sosyal iletişimin en önemli unsurlarındandı. Bu yönüyle kahvehane, eski devrin kütüphanesi, kültür merkezi ve radyosu sayılabilir.
Kahvehaneleri topyekün yasaklamanın pratikteki imkansızlığı ortaya çıkınca devletin kahvehanelere yaklaşımı farklı bir yönde gelişti. İlk Türkçe gazeteler devlet eliyle çıkartılmıştı. Bu gazetelerin, hatta resmî bildirilerin halka okunması gerekliydi. Dolayısıyla kahvehaneler bu yönüyle propaganda mekanları olarak nitelenebilir. Tanzimat’tan Kırım Savaşı’na ve I.Meşrutiyet’e uzanan süreçte giderek önem kazanmaya başlayan “kamuoyu”nun (efkâr-ı umumî) yönlendirilmesi için kahvehaneler olmazsa olmazdı. Ne var ki, Namık Kemal’in öncülüğünde toplumsal muhalefetin ete kemiğe bürünmesi işleri karıştırdı. Çünkü kahvehanelerde sadece devlet gazetesinin değil muhalif gazete ve yazarların da sesleri duyulmaya başlamıştı. Hal böyle olunca kahvehanelerin kapatılması yerine gazetelerin ve kitapların yasaklanması, sansürlenmesi daha “pratik” bir yöntemdi! Devlet hafiyeleri özellikle Abdülhamid döneminde kahvehanelerin müdavimi oldular. Hafiyelerin “can kulağıyla” dinlediği sohbetler, “havadis jurnalleri” adıyla padişaha kadar ulaşıyordu.
CUMHURİYETTEN GÜNÜMÜZE
Kahvehaneler, Cumhuriyet döneminde de devlet için ikilem olmayı sürdürdü. Bir yandan rejimin halka anlatılması ve sevdirilmesi için kahvehaneler olmazsa olmazdı. Bir yandan da karşıt düşüncelerin bu mekanlarda yayılması engellenmeliydi. Rejim, kahvehanelerin yerine Halk Evleri’ni koymaya çalışırken Halk Evleri’ni de kahvehanelere taşımak durumunda kalıyordu. Serdar Öztürk’ün araştırmaları, Tek Parti döneminde kahvehane yasağına az da olsa rastlandığını gösteriyor. Örneğin fındık üretimindeki sorunlar nedeniyle yerel işsizliğin artması, Giresun’da kahvehanelerin kapatılmasına yol açabiliyordu! Görünen neden, halkımızın “boş boş oturmasının önüne geçmek” olsa da asıl sebep işsizlikten kaynaklanan toplumsal muhalefetti. Çok partili rejime geçişle birlikte kahvehaneler önemli bir siyasi arena halini almaya başladı. Partisini, liderini, kendini anlatmak isteyen her siyasetçi soluğu kahvehanelerde, sandalyenin üstünde alıyordu. 70’lerden itibaren yükselen kutuplaşma kahvehanelerin de ayrışmasına yol açtı. Sonuç, büyük katliamlara yol açan kahvehane tarama eylemleriydi.
Avrupa’ya örnek olan Osmanlı-Türk kahvehane kültürünü yerini belirli bir ölçüde “sosyal medya”ya devretti son yıllarda. Dolayısıyla iktidarların açmazı yine iş başında: İndoktrinasyona ve kendi propagandasına hizmet ettiği sürece çok sevdiği sosyal mecranın, aykırı sesler çıkarması durumunda kısıtlanması, yasaklanması. Elbette iletişim hakkı kimseye yasaları çiğneme hakkını vermez. Ancak topyekün yasaklarla muhalif sesleri, işine gelmeyen bilgilerin yayılması engellemek 16.Yüzyılda bile mümkün değilken, bunun 21.Yüzyılda mümkün olabileceğini sananlara verilebilecek en kibar tavsiye “buyurun bir fincan kahve için” olabilir! Tabii yanında bir bardak suyla birlikte...