Güncelleme Tarihi:
1960'larda Anadolu'dan gelen kimsesiz çocuklar için kurulan Tuzla Ermeni Çocuk Kampı'nın hikáyesi bu. Bu kamp tam 21 yıl çocuklar için bir cennet oldu. Ta ki Vakıflar'ın 1979 yılında tapunun iptali için açtığı davaya kadar. Yüzlerce çocuğu yetiştiren Kurum kapatıldı ve arazi ve bina bedelsiz olarak eski sahibine iade edildi.
Bu kitapta anlatılan içler acısı hikaye hepimizin utancı olmalıdır.’’ Bu sözler Orhan Pamuk'a ait. Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce el koyulan Tuzla Ermeni Çocuk Kampı için yazdığı önsözde kullandığı sözler. ‘‘İçler acısı hikaye’’ ise Tuzla Ermeni Çocuk Kampı'nın hikayesi.
Kampın öyküsü 1950'lerde başlıyor. O yıllarda Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi, özellikle Anadolu'dan gelen kimsesiz ve yetim Ermeni çocukları için kilisenin alt katında bir yetimhane açıyor. Bütün hayatları kilisenin altındaki yatakhanede geçen ve dört mevsim boyunca sevinçlerini, oyunlarını küçücük bir bahçeye hapseden çocuklar için özellikle sıcak yaz günleri tam bir felakete dönüşüyor.
Tarihin ortasında kimsesiz, çaresiz ve yapayalnız kalmış bu çocuklar için bir yaz kampı yapma fikri ortaya çıkıyor. Kilise Vakfı, 1962'nin Kasım ayında Tuzlalı Sait Durmaz'dan bir arazi satın alarak kilise adına tescil ettiriyor. Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Valiliğin izniyle kamp çalışması ve inşaat başlatılıyor. Yaz gelip de okullar tatil olunca çocuklar Gedikpaşa'daki küçük beton bahçeden kurtulup soluğu Tuzla'da alıyor.
8 bin 556 metrekarelik kamp alanında çadırlar kurulup, çocuklar gelince hayat değişiyor. Minik elleriyle kampın inşaatlerine çakıl, kum ve çimento taşıyor, kuyular kazıp suları harca katmaya başlıyorlar. Bir yandan kampın temeli kazılırken diğer yandan toprağı çeşit çeşit ağaçlarla buluşturuyor bu minik yürekler. Aradan birkaç yıl geçiyor çocuklar ve ağaçlar büyürken kampın binaları da yükselip hizmete açılır hale geliyor.
Artık bir binaları, etüt ve jimnastik salonları, kütüphaneleri vardı. Kimsesiz ve kavurucu yazlardan kurtulmuş kendi ektikleri ağaçların gölgesinde serinlemeyi hak etmişlerdi. Tuzla Ermeni Çocuk Kampı'ndaki bu cennet rüyası tam 21 yıl sürdü. Bu süre içinde yetim ve kimsesiz bin beş yüz çocuk bu vahadan yararlandı.
Bu kadar yeter
23 Şubat 1979'da Vakıflar Genel müdürlüğü, Kartal 3. Asliye Hukuk Hakimliği'ne başvurarak, Kilise Vakfı'nın elindeki tapunun iptal edilmesini ve arazinin eski sahibine verilmesini istedi. Mahkeme tam dört yıl sürdü ve sonunda arazinin eski sahibine bedelsiz olarak iadesine karar verildi. Böylece Sait Durmaz, 1962'de boş olarak sattığı araziyi, beş kuruş bile ödemeden üstünde kurulu kamp tesisleriyle birlikte geri aldı.
İnsan Hakları Derneği, ‘‘Tuzla Ermeni Çocuk Kampı - Bir El Koyma Öyküsü’’ adlı bir kitapta bu öyküyü toparladı. 14-22 Aralık 1996'da İstanbul'da aynı adla açılan bir serginin kitaplaştırılmış hali olan metinde kampın tarihi ve el koyma öyküsünün geçmişi ele alınıyor. Türkçe, Ermenice ve İngilizce yazılan kitapta kampın geçmişine dair fotoğraflar bulunuyor.
Tuzla Ermeni Çocuk Kampı'nın bulunduğu arazi 1962'de Kilise Vakfı tarafından satın alındığında boş bir tarlaydı. Tesisler iki yıl içinde tamamlandı ve 21 yıl boyunca bin 500 yetim ve yoksul çocuğa barınak oldu.
Eski sahibine bedelsiz olarak iade edilen kampın etrafı şimdi villalarla doldu. Çocukların elleriyle ektikleri ağaçlar bir bir devrildi, itinayla baktıkları bahçeleri ayrık otları ve sarmaşıklar bürüdü.
Anayasa'ya ve Lozan'a aykırı
El koyma öyküsüne elbetteki hukuki bir kılıf uyduruldu. Devlet, 1936'da irticai vakıfların etkinliğini kırmak için bir çalışma başlattı ve tüm vakıfları ellerindeki mallarının envarterini beyan etmelerini istedi. ‘‘1936 Beyannemeleri’’ adı verilen bu envanter bildiriminden sonra tüm vakıflar 1936'dan sonra da satın alma ve bağış yoluyla mal edinmeye devam etti. Kıbrıs hadiselerinin alevlendiği 1974 yılında Yargıtay azınlık vakıflarının mülk edinmelerinin ‘‘yasadışı’’ olduğuna karar verdi. Bu kararın ilginç noktalarından biri azınlıklara ‘‘yabancılar’’ denilmesiydi.
Yüzlerce ve binlerce yıl bu topraklarda yaşamış olan azınlık mensuplarının ellerindeki 1936 sonrasında edindikleri mallar teker teker alınarak eski sahiplerine iade edildi. Örneğin yaşlı bir Ermeni ya da Rum'un vasiyeti üzerine vakıfa bağışlanmış olan malları bile geri verildi, eğer bu hayırsever vatandaşın varisleri yoksa bağışladığı mülkler Vakıflar'ın uhdesine geçti.
Yargıtay'ın 1974'te aldığı bu karar nedense hukukçularımız tarafından pek tartışma konusu yapılmadı. Oysa bu karar gerek Anayasa'daki eşitlik ilkesine ve uluslararası antlaşmalara aykırıydı. Lozan Antlaşması'nın 42'inci maddesinde bu konuda şöyle bir ibare yar alıyor:
‘‘Türk Hükümeti söz konusu azınlıklara ait kiliselere, havralara, mezarlıklara ve diğer dinsel kurumlara her türlü korumayı sağlamayı yükümlenir. Bugünkü durumda Türkiye'de mevcut olan vakıflarına her türlü kolaylık ve müsade gösterilecek ve Türk Hükümeti yeni din ve hayır kurumlarının kurulması için bu gibi özel kurumlara sağlanmış olan gerekli kolaylıklardan hiçbirini esirgemeyecektir.’’