Güncelleme Tarihi:
En iyiyi, en yeniyi, en güçlüyü izle!
Büyük çoğunluğumuz göçebe bir kökenden gelen biz Türklerin karşılaştığımız uygarlıklar karşısında var kalma mücadelesini sürdürebilmek, tutunabilmek için başvurduğumuz yollardan, savunma düzenekleri ya da baş etme becerilerinden birisi de "en iyiyi, en yeniyi, en güçlüyü izle" formülü uyarınca davranmaktır. Bu davranışı, kimileri Türklere özgü olarak görmeyip genel göçebelik ruh haliyle açıklamaya çalışabilirler. Örneğin Talat Halman gibi "Göçebeliğin kültür yönünden önemli taraflarından biri, sentez yapabilmesidir. Bir yerde sıkışıp kalmaması, bir 'klostrofobik' hüviyete bürünmemesi, bütün onların ötesine giderek, değerli bulduğu, yararlı bulduğu, benimseyebileceği her öğeyi alıp, ortaya yepyeni bir sentez çıkarabilmesidir" diyebilirler. Bize göre ise, yeniye, uygarlığa, gelişmiş olana açıklık, genel göçebeliğe değil Türk göçebeliğine özgü nitelikler göstermektedir.
Â
Bugün de "En iyiyi, en güçlüyü ve en yeniyi izle!" formülü kendisini dış politikamızdan bilim politikamıza her alanda gösterdiği gibi, insanımızın zihinsel işleyişinin temelleri de bu formüle dayanmaktadır. Elbette "En iyiyi, en güçlüyü, en yeniyi izle!"me formülasyonuna bağlı bir düşünce ve davranış tarzının birçok avantajları vardır. Örneğin "tarihsel geriliği" böyle bir formülasyonla aşmaya çalışmak, bizi şimdiki durumda, birçok bakımdan eski sosyalist ülkelerden daha ileriye götürmüştür. Askerlik ve savaş teknolojileri açısından da bu formülün çok işe yaradığı tartışılmaz. Yine aynı formülasyon sayesinde, çok rahatlıkla, tıbbımızın, yeniliklere milliyetçi bağnazlıkları nedeniyle direnen Avrupa tıbbından daha iyi bir konuma geldiğini söylemek mümkündür.
Ancak bu tür "izlemeci" bir formülasyona dayanmanın yol açtığı bazı sorunlar da kaçınılmazdır. Örneğin bu formülasyon yüzünden içeriğine bakılmaksızın, renkli gazete renksiz gazeteye, renkli televizyon renksiz televizyona, televizyon gazeteye ve kitaba tercih edilmekte, tüketim tutumlarını bu tercihler belirlemektedir. Halkın gözünde tarihsel olarak geri olanı temsil eden yazılı basının ve matbuatın bu ülkede gelişmesi için uygun bir psikolojik zemin yoktur. Ve bu çok acıklı bir durumdur. Örneğin bilişim teknolojilerindeki gelişmeler, baş döndürücüdür ve bu teknolojilerden en yüksek verimi almak, ancak sistemli bir organizasyonla mümkündür. Ülke genelinde, organizasyonel düzeylerde, bilişim standartları sağlanmadan her yeni gelişmeye ayak uydurmaya çalışmanın dev bir israftan başka bir faydası olmayacağı açıktır. Dünyada en son çıkmış ve pahalı cep telefonu ve yeni teknolojili televizyonların kullanımında bizden daha önde gelen bir başka millet daha olduğunu sanmıyorum. Her ne kadar onda da belirgin bir israf ve hatalı kullanım söz konusuysa da aynı yüksek oranları, bilgisayar kullanımında göremeyiz. Bunun nedeni yazıyla başımızın hoş olmamasında aranmalıdır.
Aynı sorun otomotiv sektörü için de geçerlidir: Yeniye ve güçlüye ulaşmanın biricik erdem olduğu bir ülkedeki lüks otomobil sayısındaki müthiş rakamları görünce, insan, "Bu lüks arabalar yerine daha mütevazı olanlar seçilseydi, belki Türkiye'nin ulaşım sorunu kalmazdı" diye düşünmeden edememektedir (Bakınız: 22 Ocak 2007 tarihli gazetelerin "Türkiye'deki lüks oto satışına Mersedes Başkanı bile şaşırdı" başlıklı haberi). Almanya dışında nüfusa göre mersedes sayısının dünyada en çok ülkemizde olması, hepimizin oturup kara kara düşünmemiz gereken bir noktadır. Ülkemizin karayolu taşımacılığına saplanıp kalması, hükümetlerin ve belediyelerin hala en büyük övünçlerinin yol yapımı olması, rasyonaliteden uzak, gösteriş ve şatafata dayalı, yeni ve güçlü, bireysel otomobil kullanımına düşkünlüğümüzle çok bağlantılıdır.
"En iyiyi, en yeniyi, en güçlüyü izle!" formülü uyarınca davranmak, ev, site, konut yapımı ve ev-içi aygıt teknolojileri açısından ise, bırakın israfı, artık gündelik yaşantımızı komediye dönüştüren görüntülerle karşılaşmamıza neden olmaktadır.