Sefa KAPLAN
Oluşturulma Tarihi: Ekim 26, 2010 00:00
“Sayın yargıçlar... Öylesine tartışmalı delillerle hakkımızda öylesine ağır cezalar istiyorsunuz ki; Hammurabi kanunları, bu uygulamaların yanında ‘Hamur Abi’ kalırdı. Şu gerçeği tarihteki hiçbir yargılama değiştiremediği gibi, Silivri mahkemeleri de değiştiremeyecek: Türküleri yakanlar, yasaları yapanlardan daha güçlüdür. Türküleri yakılanlar, yasaları uygulayanlardan daha güçlüdür. Bizim türkülerimiz yakılacak, o türkülerle Silivri yıkılacak!”
6 Mart 2009’dan bu yana yani tam 600 gündür Silivri Cezaevi’nde bulunan Cumhuriyet gazetesi yazarı Mustafa Balbay, “Silivri Toplama Kampı / Zulümhane’ ismiyle yayımlanan kitabını bu sözlerle bitiriyor. Hiç kuşkusuz türküler her türlü hapishaneden daha güçlü olmuştur tarih boyunca. Muhtemelen bundan sonra da öyle olacaktır. Ciddi iddialarla başlayıp zaman zaman bir ortaoyununa dönüştürülen Ergenekon yargılamaları, Balbay’ı haklı çıkartacak pek çok ayrıntı ile dolu. Balbay’ın 600 gündür içeride olması da bunun somut bir göstergesi zaten.
Bilgisayar var, kayıt yok
Düşünün ki, Balbay’a bilgisayar kullanma izni verilmiş Silivri’de ama yazdıklarını kaydetme izni verilmemiş, iyi mi? O da, zorunlu olarak kalemle yazmış bütün bir kitabı.
Balbay, kitabında kendisine yöneltilen suçlamalara cevap verirken, bütün görüşmeleri gazetecilik amacıyla yaptığına dair iddiasını tekrarlıyor ve şu önemli soruları soruyor: “Kiminle görüşerek hükümeti devirmeye girişmişim? Yanıt yok... Nerede gizli toplantı yapmışım? Ben görüşmelerimin tümünü makamlarda yaptım. Çankaya Köşkü, Kuvvet komutanlarının makamı gizli görüşme yeri olabilir mi? Bir gazeteci herkesle, her yerde görüşür... Bir gazeteciye, ‘Niçin çok belgen var’ diye sormak! Sanırım sadece Batı’da değil, dünyanın hemen her ülkesinde bu soruya gülerler.”
İş sarayla bitseydiTabii Türkiye’de adalet sistemi denilince insanın aklına Avrupa’nın en büyük adalet sarayını yapmayı beceren ama sarayın içine ‘adalet’i sokmayı sürekli ihmal eden bir memleket geliyor genellikle. Bu durumda, koca bir hukuk tarihinin en önemli davalarından birinin kahramanı olan Dreyfus isminin bilinmemesi şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan, Dreyfus isminin hemen ‘deyyus’u çağrıştırması. Balbay’dan takip ediyoruz:
“Büyük sonuçlar doğuran yargılamalar deyince ilk beşten biri Dreyfus davasıdır. Davayla ilgili bilgilerimi yazdım. Yazılarımı yönetime mektup olarak veriyorum. Gardiyanlardan biri yazıyı ertesi gün geri getirdi. Sayfaları sallayıp haberleşme gözünden seslendi: ‘Mustafa Bey bu yazıda sorun var diyorlar... Siz Dreyfus demekle birilerine deyyus demek istemiş olmayasınız...’”
Adettendir: Allah kurtarsın Mustafa...
Rektörlerden rektör beğen2009 yılı Nisanı’nın ilk haftasıydı. İkinci müdür koridorda seslendi: “(Koğuşta) İki ya da üç kişi olacaksınız. Biraz bekleyelim, nasıl olsa okumuş yazmış birileri gelir...” 17 Nisan günü art arda tutuklama haberleri geldi. Rektörler tutuklanmıştı. O gün akşam üzeri ikinci müdür koğuşuma geldi: “Mustafa Yurtkuran, Fatih Hilmioğlu, Ferit Bernay, Erol Manisalı... Aynı koğuşta hangileriyle kalmak istersiniz?” Hepsinin olabileceğini söyledim. “Hepsini tanıyor musunuz?” diye sordu. “Tanıyorum tabii... Nasıl tanımam?” Yanıtı manidardı: “Ohooo, siz hep birbirinizi tanıyorsunuz!”
Kanser haberine neden sevindik5 Haziran Cuma günü
haber geldi. ‘Erol Hoca’ya (Prof. Erol Manisalı) kanser teşhisi koymuşlar’ Birden ‘Yaşasın’ narası koptu ağzımdan... Bu özgürlük demekti, kesin tahliye ederlerdi, Kuddusi Okkır örneği vardı. Üstelik gardiyanlar da aynı görüşteydi. Sonra ürktüm, elim ağzıma gitti. Nasıl da ‘yaşasın’ diye bağırdım. Erol Hoca kanser, sıradan bir hastalık değil. Ama tahliye var. Zindandan kurtulacak? Ertesi gün 6 Haziran’da Erol Hoca için nöbetçi mahkeme tahliye kararı verdi. Ömrümde çok sevdiğim, saygı duyduğum bir kişinin kanser haberini alınca sevineceğim hiç aklıma gelmezdi. Kanser özgürlük demekti!”