Oluşturulma Tarihi: Kasım 02, 2002 00:00
Financial Times okuma alışkanlığınız yoksa Leyla Boulton'ı tanımıyorsunuz demektir. Bunun da sizin için bir kayıp olduğunu düşünüyorum. Gerçi benim de yoktu ama ben açığımı kapattım ve bir biçimde kendisiyle tanıştım. Durduk yerde Leyla Boulton ismi sizin için pek bir şey ifade etmiyor olabilir. Ama durum sizin zannettiğiniz gibi değil, o fevkalade önemli bir isim. Çünkü Boulton, Financial Times'ın Türkiye temsilcisi. Öncelikle Batılılar, sonra da Türkler, yani bizler, bizlerle ilgili bir takım haberleri ondan alıyoruz.Bu karmaşık cümlenin tercümesini şöyle oluyor:Bazı durumlarda Türk gazeteciler bazı haberleri yazamıyor. Ama Leyla Boulton onları Financial Times'da yazıyor. Yazdıktan sonra n'oluyor? Türk gazeteleri o haberleri, Financial Times'ın haberi olarak kullanıyor. Anlayacağınız,
haber, yurt dışına çıkıp triptik yaptıktan sonra tekrar yurda giriyor.Dalga geçmeyin, Boulton 4 yıldır Ankara'da yaşıyor ve bu türden ses getiren bir sürü haberin altında imzası var.Örnek mi?Marie Antoinette-Rahşan Ecevit benzetmesi.Askerlerin Ecevit döneminde Hüsamettin Özkan'ı istemesi.Türk basını bu haberleri hep Financial Times üzerinden kullandı.*Leyla Boulton aslında sadece bir yabancı gazeteci değil.Biraz da bizden biri.Çünkü bir kere, yarı Türk.Anne Amerikalı, baba Türk.Dedesi Saim Ertuğrul, Kurtuluş Savaşı'nda yararlılık göstermiş bir asker. Hayatta ne istediğini bilen biri. Eğitime önem veren, ‘‘Donumu bile satar çocuklarımı okuturum’’ diyen biri. Nitekim Leyla Boulton'ın babası Haluk Ertuğrul'u Robert Kolej'de okutuyor. Mezuniyetten sonra genç Ertuğrul, eğitimini tamamlamak üzere Amerika'ya gidiyor. Aynı zamanda bir ampül fabrikasında çalışarak okul masraflarını çıkarıyor. Bütün bu zorlukları aştıktan sonra da bankacı oluyor. Tabii bu arada bir de Leyla Boulton'ın babası!Yani 50 yıl önce Amerika'ya göç etmiş bir Türk babayla, Amerikalı bir annenin kızı Leyla Boulton. Anne Türkçe bilmediği için önceleri Leyla da Türkçe öğrenemiyor. Ama pek çok başka dil öğreniyor. Çünkü aile 15 yıl boyunca bütün dünyayı dolaşıyor. Leyla Boultan da otomatikman dünya vatandaşı oluyor.Başınız dönmesin, yaşamak, geçmek zorunda kaldığı ülkeler, sınırlar şunlar: Lübnan, Fransa, Amerika, İngiltere, arada kısa bir süre Türkiye, tekrar İngiltere, Belçika, tekrar Fransa, Rusya...Derken yine Türkiye.Böyle bir yaşamın sonucunda ne olur?İnsanın milliyetçi duyguları törpülenir.Hayata bir göçebe gibi bakar.Gereğinden fazla objektif olur.Hiçbir kültüre yabancılık duymaz.Çok parçalı düşünebilir.Ve en önemlisi, belli bir yaştan sonra çocuklarının oradan oraya taşınmasını istemez!*Cambridge Üniversitesi'nin Rus Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun Leyla Boulton, ardından gazetecilik eğitimi alıyor ve şu anda Reuters'in Türkiye temsilci olan Ralph Boulton'la evleniyor. 90-94 arası karı-koca Rusya'da gazetecilik yapıyorlar.Sovyetler Birliği'nin çöktüğü ve komünizmin bittiği o döneme tanık oldukları için kendilerini çok şanslı sayıyorlar.Ve derken Türkiye'ye geliyorlar.Dört senedir Ankara'da yaşayan Leyla Boulton, Zonguldak'ta yerin 500 metre altına inerek maden işçileriyle bile konuşmuş, yani masa başı gazetecilik yapan Batılılara hiç benzemiyor. Türkiye'yi seviyor, pek çok sebepten dolayı. Bir de burası, adının doğru telaffuz edildiği yegane ülkelerden biri. Burada kendisini evde gibi hissediyor. Yüzünü gören önce onu Türk zannediyor, konuşmaya başlayınca da soru işaretleri uyanıyor: Acaba Kıbrıslı mı, Alamancı mı?Bir tarafının Türk olduğunun kanıtı olarak, lafa doğrudan girmesini gösteriyor, ‘‘Siz Türkler bazı açılardan Amerikalılara benziyorsunuz, pratik ve direktsiniz. Ben de size benziyorum. Ayrıca sizin gibi duygusalım. Ama hayatımın büyük bir bölümü İngiltere'de geçtiği için bir taraftan da İngilizim. Gördüğünüz gibi aslında ben tam bir kokteylim.’’*Ankara'da son derece keyifli bir apartman dairesinde yaşıyor. Kapıyı çalarken gülümsüyorsunuz çünkü üç yaşındaki oğlu Max ve yedi yaşındaki kızı Alexandra'nın ‘‘sanat eserleri’’ kapıyı süslüyor. Anladınız çocukları Leyla Boulton için işi kadar, hatta daha da önemli. İşte Ankara'da yaşayan Financial Times temsilcisinin Türkiye'de olan biten hakkında düşündükleri...Burada olmanız bir ödül mü ceza mı?- Ödül tabii.Yabancı gazetecilerin çoğundan farklı olarak siz Ankara'da yaşıyorsunuz. Türkiye en iyi nereden izlenir?- Türkiye'nin kalbi Ankara'da atıyor. Financial Times'in temsilciliği de hep bu şehirde oldu. Fakat bir ara Reuters, bürosunu İstanbul'a taşımaya niyetlendi, doğal olarak eşim Ralph de gidecekti. Sonra vazgeçtiler. Ve biz Ankara'da kaldık. Verilen kararın ne kadar isabetli olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Bu ülkede, herşey Ankara'da şekilleniyor. İstanbul'dan Türkiye'yi bir Batılı balon içinde görme tehlikeniz var. Bir de Ankara gerçek Türkiye'ye daha yakın...Türkiye'deki olayları Batılı bir gazeteci gibi mi izliyorsunuz yoksa yarı bir Türk gazeteci gibi mi?- Ben objektifim. Olayları hem bir Batılı gibi hem de bir Türk gibi değerlendirebiliyorum. Tabii ki Türklere ne olacağıyla yakinen ilgiliyim. Londra'daki bazı meslektaşlarım sürekli beni Türk yanlısı olmakla suçluyorlar, buradaki bazı insanlar ise beni Türklere yeteri kadar dostane olmamakla. İki taraftan da eleştiri aldığıma göre, demek ki doğru yoldayım.Yarı Türk olmanız, olaylara bakışınızı farkında olmadan etkiliyor mudur?- Hiç zannetmiyorum. Belirleyici unsurun, milliyet olduğunu düşünmüyorum. Zaten o kadar farklı ülkelerde yaşadım ki, gelişmiş milliyetçi duygulara sahip değilim. Kıbrıslı Türklere haksızlık yapıldığını düşünmem için onlardan biri olmam gerekmiyor yani. Ama şu var, pek çok Türk gazetecinin yazamadığı şeyleri yazabiliyorum, sebebi de kendimi yüzde 100 Türk hissetmemem...Türkiye'yi dünyaya anlatan insanlardan birisiniz. Bu ülkeyi hiç görmemiş hatta duymamış birine nasıl anlatırdınız?- Derdim ki, Türkiye, birinci sınıf bir güç olmaya aday bir ülke. Tabii
Atatürk'ün 79 yıl önce belirlediÄŸi hedefler doÄŸrultusunda yürürse. Sadece daha iyi yönetilmesi gerekiyor. Türkiye'de yaÅŸayan herkes de bunu hak ediyor. Ama bunu talep eden insanların da, bu ülkenin siyasi hayatında daha aktif rol alması ve belirleyici olması icap ediyor. Ben sivil hareketlerin de günden güne güçlendiÄŸini ve Türk siyasetinde etkili olduÄŸunu düşünüyorum. AÄŸustos'ta meclisten geçen kararlara bakın, sivil hereketlerin etkisi açıkça görülüyor. Gelecek için umutluyum anlayacağınız. ORDUNUN YABANCI GAZETECÄ°LERE DAHA ÇOK SÖYLEŞİ VERMESÄ° Ä°YÄ° OLURAskerlerin söyleÅŸi vermelerini saÄŸlamak çok kolay olmuyor. Bugüne kadar pek az insanla söyleÅŸi yapabildim. Eski MGK Genel Sekreteri Cumhur Asparuk röportaj teklifimi kabul edenlerdendi. Ve anlattıkları son derece ilginçti. Ordunun yabancı gazetecilere daha çok söyleÅŸi vermesi gerektiÄŸini düşünüyorum. Türkiye'de ordunun rolü daha iyi anlaşılır. Yabancılar da Türklerin orduya bakış açısını daha iyi kavrar. Bu ülkede yaÅŸayan pek çok insan için ordu bir güvence. Ordu kendini Batılı gazetecilere ne kadar açarsa, bu ülke için önemi ve konumu daha iyi anlaşılır.MARIE ANTOINETTE HABERÄ°MÄ° TÃœRKÇE'YE YANLIÅž ÇEVÄ°RDÄ°LERBir RahÅŸan Ecevit portresi yazacaktım. Batılı bir insana onu nasıl anlatabilirdim? Kendi kendime hiç tarihte bu kadar eleÅŸtirilen bir lider eÅŸi olmuÅŸ mudur diye sordum. Aklıma Marie Antoinette geldi. Tabii ki birebir kıyaslamak mümkün deÄŸil. Ben de böyle yapmadım zaten. RahÅŸan Ecevit, gerçekte bir Marie Antoinette deÄŸil. Ama pek çok ortak özellikleri var. Ama Türk basınının geneli haberi tercüme ederken aradaki bu nüansı kaçırdı. Sanki ben RahÅŸan Ecevit eÅŸittir Marie Antoinette yazmışım gibi aktardı. Dahası onun en şık giysileriyle fotoÄŸraflarını bastı. Oysa ben tam da ondan farklı olarak hiç de şık giyinmediÄŸini anlatıyordum yazımda ve yine ondan farklı olarak fakir insanlara yardım etme gibi faziletleri, erdemleri olduÄŸunu. Bu açılardan Marie Antoinette'e hiç benzemiyor. Ama benzeyen şöyle bir yanı var: EleÅŸtiriliyor ve kocasının yaptıklarından o sorumlu tutuluyor. Yazımda geçen bu benzetme, Türkiye dışında yaÅŸayan insanlara bir takım ÅŸeyleri anlatabilmenin bir yoluydu. Onların anlayacağı bir dil ve imajla. TÃœRK GAZETELERÄ° NEVÄ° ÅžAHSINA MÃœNHASIRDünyada bir ciddi medya var, bir de ciddi olmayan medya. Ciddi medya skandallarla, özel hayatla ilgilenmez, kameralarıyla insanların tepesine çökmez. Financial Times gibi ciddi bir medya mesela, sadece gerçekler üzerine yoÄŸunlaşır, içinde haber olan yazılara ve analizlere yer verir. Ciddi olmayan medyayı biliyorsunuz zaten. Ä°ÅŸin ilginç tarafı, Türkiye'de ciddi olarak deÄŸerlendirilen pek çok gazetede bu ikisi bir arada. Yani son derece ciddi haberler de var aynı gazetede, daha az ciddi haberler de ama haber olarak deÄŸerlendirilmesi mümkün olmayan skandallar ve dedikodular da. Çok farklı bir kombinasyon. Ben bugüne kadar böyle bir formatın olduÄŸu bir ülkede yaÅŸamadım.NÄ°YE POLÄ°TÄ°KACILAR CEM UZAN'A KARÅžILIK VERMÄ°YORCem Uzan'ın neden asla röportaj vermediÄŸini çok merak ediyorum. DiÄŸer politikacıların onun söylediklerine niye karşılık vermediklerini de anlayabilmiÅŸ deÄŸilim. Åžaşırıyorum da. Bu durum sadece ciddiye almamakla açıklanabilir mi? Türkiye'de ben insanların politikacıları yeni bir ÅŸampuan markası gibi algılamalarına da ÅŸaşırıyorum: Bu markayı henüz denemedik, bir deneyelim bakalım...Â
button