Güncelleme Tarihi:
TÜRKAN ELÇİ - ÖĞRETMEN: ‘İSMAİL ABİİİ’ İÇİMİ KOPARDI
FAZIL Hüsnü Dağlarca’nın “Çıkamaz çocukluğundan dışarı kimse / Kardeşliğimiz bundandır” dizelerinin benim için anlamı büyük. Diyarbakır’da bir öğretmen çocuğu olarak çevremizde bulunanlar da bizim gibi memur ailelerdi. Memurların çoğu Türkiye’nin farklı yerlerinden gelmişti. Karadenizli bir ailenin candanlığını, Malatyalı Alevi bir ailede söylenen türkülerin zenginliğini çok küçük yaşlarda öğrenme şansına sahip oldum. Benim için şanstı çünkü çok farklı kültürlerden gelen ailelerin çocuklarıyla beraber geçirdiğimiz yıllar bize hoşgörülü olmayı ve karşısındakinin farklılığına saygılı olmayı öğretti. Çocukluğumda biriktirdiğim kültürel hazine dolu odadan dışarı çıkmak istemedim.
YAŞADIĞIMIZ ÜLKELER ÇOCUKLARIMIZA BENZER
Anadolu, birçok ülkeye kısmet olmayacak güzelliklere, kültürel renkliliğe sahip bir yer. Çoğu etnik köken, kendine ait özelliklerini koruyabilmenin yanında bir arada bulunmanın etkisiyle benzer özelliklere de sahip oldu. Fakat çoğu zaman benzerlik ve farklılığımızı koruma konusunda gerekli hassasiyetleri gösteremedik. Çözümünü bulma konusunda ortak paydalarımızı bulamamanın sancısıyla sorunlu bir toplum olduk. Yaşadığımız ülkeler, bin bir emekle büyüttüğümüz ve çok sevdiğimiz çocuklarımıza benzerler. Bazen çok sevdiğimiz, kendi ellerimizle yetiştirdiğimiz çocukları bile anlamakta yetersiz olduğumuz, problemlerini çözmede acz içinde kaldığımız zamanlarımız olmuştur. Bu ülke neden böyle oldu? Bu kadar acıyı neden yaşıyoruz?
GÖZ HAKKI DİYE BİR DEĞER VAR
İçimizi kanatan soruları sorup duruyoruz. Cevabını bulamayınca acı hatıralarından kaçıp gitmenin, başka ülkelerde yaşamanın çözüm olacağına kendimizi inandırmaya çalışıyoruz. Oysaki doğup büyüdüğümüz, acılarımızı, sevinçlerimizi yaşadığımız yerler, hiçbir zaman bağlarımızı koparamayacağımız, zihinlerimizden silemeyeceğimiz gerçekliğimizdir.
Bu yaz aylarını iki çocuğumla beraber Brighton’da geçirdim. Brighton’ı görenler Pier’i bilirler. Orada oldukça kalabalık, turistlerin gezdiği bir cadde var. Önümüzde yürüyen kalabalık gruptan biri, karşı kaldırıma “İsmail Abiii” diye bağırdı. Gencecik bir kızın sesiydi. Türkiye’den birinin sesiydi. Çok içten ve coşkuluydu. ‘Abi’ deyişinde bir samimiyet vardı. Yaklaşık iki aydır birbirine bu kadar güzel seslenen birilerini duymamıştım. İçimde bir şeylerin koptuğunu hissettim. Genç kızla beraber ben de İsmail’e gülümsedim. İsmail ve genç kızın içtenliğini Brighton’da bırakarak İstanbul’a döndüğümde hiç tanımadığım komşumun getirdiği bir kâse aşure bana, Türkiye’de olduğumu tekrar hatırlattı. Evlerinde bin bir emekle pişirdiklerini başkalarıyla paylaşmak da herhalde bizim toplumumuza ait bir gelenek. Anadolu toplumuna ait, başka yerde az rastlanılır göz hakkı diye bir değer var. Yoksul da olsa, pişirdiği aşı başkasıyla paylaşma geleneği var. Sofrasındakini paylaşırken hiçbir karşılık beklemeden yapar bunu.
Komşunun elindeki kâseyi görünce aşımızı paylaştığımız gibi, acımızı da paylaşmaya ihtiyaç duyduğumuz bir zamandan geçtiğimizi düşündüm.
ŞEKERİN TATLISI SÜTÜN BEYAZLIĞI
Şekerin tatlısını, portakalın ekşiliğini, sütün beyazlığını, hububatın kokusunu barındıran bir çeşitlilikti kâsedeki. Türkiye’deki çeşitliliğe benziyordu. Teşekkür ederek kapıyı kapattım. Kapıyı kapatınca aramızdaki kapalı kapı duvara döndü. Yüreklerimizi açmaktan korktuğumuz için mi duvarlar örülüyordu. Aramızdaki duvarları kaldıramadığımız için mi yüreklerimizi açamıyorduk. Yüreklerimizi açamadığımız için mi mutsuzduk. Mutsuzdum çünkü ona aşure hakkındaki rivayetleri anlatamamıştım. Rivayet oydu ki: Yusuf Peygamber’in kuyudan çıktığı gün, Hazreti İbrahim oğlu İsmail’i kurban etmekten kurtarıp oğluna kavuştuğu gün, Nuh’un tufandan kurtulup gemide arta kalanlardan bu aşın piştiğiydi.
FETHİYE ÇETİN - AVUKAT: AYRIMSIZ, ‘AMA’SIZ
TOPLUMSAL yarılmanın devasa boyuta ulaştığı, kayıplarımızın her geçen gün arttığı bu dönemde, geleceğe birlikte yürüyebilmek için müştereklerimiz üzerinde kafa yormak hayati önem taşıyor. Bu topraklarda yaşayan herkesin ortaklaştığı, dayanışmanın pratiğe döküldüğü bir taziye kültürümüz var bizim. Canı yananın yanında olmak, yasını birlikte tutmak, gündelik hayata yeniden dönmelerini sağlamak için canla başla çalışırız. Taziye evinde biz ve onlar ayrımı yapılmaz, yitirilen canın etnik kimliği, dini, inancı, düşüncesi ne olursa olsun, tencere ve tepsilerle taziye evine yemek taşınır, gelen herkes bu yemeklerden yer ve “Ölenin canına değsin” der.
YASI TUTULMAYAN ACI KATLANIR
Bu müşterek pratiğimizin en yoğun biçimde yaşandığı mahallelerimiz, sanayileşme ve şehirleşme süreci ile birlikte yok olma tehlikesi ile karşı karşıya ama henüz yok olmuş değil. Biz ve onlar ayrımının, siyasiler eliyle derinleştirildiği, yitirdiğimiz canların “bizim ölümüz” “onların ölüsü” diye ayrılmaya çalışıldığı bu ortamda dahi taziye evi, müşterek mekân olma özelliğini tümden yitirmiş değil. Taziye kültürü, kayıplarımızın yasını tutabilmek açısından da önemli. Çok büyük kayıplarımız, çok büyük acılarımız var bizim. Acılar, ancak yas süreci yaşanarak tüketilir ya da en azından başa çıkılabilir. Yası tutulmayan her acı, katlanarak büyür. Gündelik hayata uyum sağlama sürecidir yas. Ertelenen yas, bugünümüzü yaşamamız önünde engel olduğu gibi geleceğe birlikte yürümemizin önünde de engel oluşturuyor. Her biri bir can olan kayıplarımızın yasını, ayrımsız, ‘ama’sız hep birlikte tutalım.
EMPATİMİZ: CANI CANA ÖLÇMEK
Bir de müşterek bazı sözcüklerimiz var bizim. Yukarıda bilinçli olarak çok kullandığım “can” sözcüğü mesela. Dini inancı, ulusal ve etnik kökeni ne olursa olsun, Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin dilinde “can” aynı anlama geliyor. Can taşıyan her varlık, hepimiz için değerlidir. Bir hitap şekli olarak “canım”, “canlar”, “can dostum”un yaydığı sıcaklık her dilde aynı. Bir ricanızı dile getirdiğinizde, “can baş üstüne” diyene yakın hissedersiniz kendinizi, canınıza can katar adeta. Empatinin önemini, “canı cana ölçmek” ile anlatırız. Kayıplarımızın her biri bir can taşıyordu. Canlara kıyarak, canları acıtarak gidebileceğimiz yolun sonuna gelmek üzereyiz. Hep birlikte ölümcül bir hastalığın pençesindeyiz. İyileşmek elimizde, yeter ki isteyelim; canı cana ölçelim, yitirdiğimiz bütün canlarımızın yasını birlikte tutalım, birlikte gülebilmek için yasımızın ağırlığını hissederek önce birlikte ağlayalım.
İPEK ÇALIŞLAR GAZETECİ-YAZAR: ÖZGÜRLÜĞE SAYGI
YAPTIĞINIZ araştırmanın sonuçlarını çok merak ediyorum. Asla yıpratılamayacak, kutuplaşma zamanlarında un ufak olmayacak kalıcı, geleceğe yönelik değerlerle yola çıkalım derim.
Önce kız bebeklerimize pembe, oğlan bebeklerimize mavi giydirmekten vazgeçsek... Çocuklarımızı kız - oğlan diye ayrımcılığa uğratmadan eşit fırsatlarla donatsak... Dünyamızın en büyük eşitsizliği cinsel kimliklerimizden yoğruluyor. Kadınlarla erkekler, eşitlik ortak değeri üzerinde anlaşmalılar. Kâğıt üzerinde eşit görünen, ama köken itibarıyla ayrımcılığa uğrayan yurttaşlarımız olduğu sürece huzur bulamıyoruz. Bu topraklarda doğmuş büyümüş, doğacak büyüyecek herkesin başta yaşama hakkı, bütün haklardan eşit biçimde yararlanmasını sağlayacak değeri en yüksekte tutmak o kadar mı zor?
BİR YOLUNU BULALIM
İnsan hakları, demokrasi, hukuk devleti gibi değerlerin içini boşalttığımız süreçlerden sık sık geçiyoruz. Bir kamyon gelip ifade ve inanç özgürlüğümüzü çiğnemiş olabilir. Bir kesim ille de kendi fikirlerinin ifadesini toplum için yeterli bulabilir. Yine bir başka kesim sadece kendi inancını ifade etmeyi yeterli özgürlük sayabilir. Durum böyle geliştiğinde toplumsal hayat belli bir noktada tıkanacaktır. Hayatın lokomotifini özgürlüklerin sağlayacağı enerjiye sarılarak çalıştırabiliriz.
Farklı ülkelerin ortak değer olarak saydığı başlıklara göz attığımda biraz rahatladım. Kimi ülkelerin ortak değerler listesinde insan hakları ve özgürlükler yer alıyor. Ülkemizde acaba “Ben hukuk devleti istemem, bu benim değil, Fransa’nın değeridir” diyen çıkar mı? Çıkarsa, bunu dediğine bir gün muhakkak pişman olacaktır. Aynı şekilde “İnsan hakları saçmalığı da neymiş” diyen siyasiler zaman zaman iktidara gelebilirler. Fakat hepimiz biliriz ki bu liderler işbaşına gelirken uymayı taahhüt ettikleri anayasalarda “insan haklarına” saygılı olmayı da taahhüt etmişlerdir. Yükselen değerimiz Anayasa’nın hak ve özgürlükler bölümüne saygı olabilir. Bu ve benzer müştereklere hâlâ sahip değilsek bir yolunu bulup bol bol edinelim.
PROF. DR. BOZKURT GÜVENÇ - (MİMAR - ANTROPOLOG): İLETİŞİM DEVRİMİ BİLGİ TOPLUMU YARATMADI
BÜYÜK umutlarla başlayan iletişim devrimi, bir bilgi/bilinç toplumu yaratmadığı gibi ‘Varlıklılar Kulübü’nün uluslararası medyaya egemen olmasına yol açtı. UNESCO Direktörü M’Bow’un uluslararası medyayı İngiliz - Amerikan tekelinden kurtarma girişimi (1970) ile UNESCO Direktörü Federico Major’un Barış Eğitimi Projesi, ABD’nin yardımı keseriz tehdidi ile sonuçsuz kaldı (1990). Parayı veren düdüğü çalmıştı.Soğuk Savaşı kazandığını gören ABD, savaşın ekonomik sorunlarını çözmek maksadıyla üyelerin katkısıyla (1944’te) kurulan DB ve IMF gibi kuruluşların mali yardım ilkelerini değiştirdi (1980). Artık, planlı ekonomilere değil serbest pazar ülkelerine yardım edilecekti. Turgut Özal’ın 4-eğilim (ANAP) partisi, değişikliğin ülkemizdeki ürünüdür.
KÜRESEL BİR ALDIRMAZLIK
Ekonomist Galbraith’in refah toplumu uyarısı ve yeni bir dünya düzeni (1985) önerisi sonuç vermedi. Soğuk Savaş’ta yenilen Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla (1989) ABD tek dünya gücü oldu.Fukuyama tarihin ve ulus devletin sonunu ilan ederken... Huntington “Sovyetleri yendik, sıra İslam’da” diyordu. Küreselleşen dünya söylemi (2000) tartışmasız kabul gördü. Uyanan Fukuyama’nın “Devletinizi inşa edin” yoksa ‘Dünya yönetilemez” uyarısı (2004) dilimize çevrildi ama etkili olmadı. “Küreselleşme sürecini değerlendirme zamanı” geldi diyen Stiglitz, Nobel aldı, ama 2008 krizini önleyemedi. Sorunlar, ikinci yarıda değilse bile, 3. çeyrekte çözülecek umuduyla yaşıyoruz. Dünyayı yıllarca yöneten FED Başkanı Greenspan, 2008 krizindeki kişisel sorumluluğunu kabul etti. Halen, yaşamın ya da eko - büyümenin sürdürülmesi tartışılıyor.Sonuç... Küresel bir apathy (aldırmazlık): Her şey olabilir. Dünyayı biz yaratmadık. Yüksek teknoloji oyuncaklarıyla oyalanma sürüyor. (Yoksa siz hâlâ iPhone 7 sırasına girmediniz, VW’yi yenilemediniz mi?) Bugün, ısınan yaşam kürenin kaç yıllık ömrü kaldığı değil biyonik insanların Mars’ta ya da uzaydaki yaşam koşulları konuşuluyor. Bu koşullarda varlığımızı borçlu olduğumuz uygarlık sanki mars olmuş durumda sayıklıyor.
HAKAN ALTINAY - GLOBAL CİVİCS ACADEMY (KÜRESEL VİCDAN AKADEMİSİ) BAŞKANI: ASKIDA EKMEĞİMİZ KARŞIDAKİ ŞOFÖRE SELEKTÖRÜMÜZ VAR
SOSYALİZ, dayanışmaya önem veriyoruz. Fırınlarımızda askıda ekmek, esnaf lokantalarmızda askıda kuru-pilav bulunur. Tanımadığımız şoförlere ilerde çevirme var diye selektör yaparız. Çalıkuşu’nun gayretine, Adile Naşit’in sevecenliğine öykünmeyenimizi bulmak zordur. Annelerimiz sokakta tanımadıklarına bile “Evladım” diye seslenir. Züğürt Ağa’yı da Eşkiya’yı da içimizde hissederiz. Bizden zengin ülkelerden daha fazla sosyal harcama yaparız, bundan da gocunmayız.
Birbirimizin rızasını almak bizler için önemlidir çünkü hukukun biraz da birbirimizle ilişkilerimizde damıtıldığını, oluştuğunu biliriz. Helalleşememek bizim için bir eksikliktir çünkü herkesin birbirinin sicil amiri olduğunu biliriz. Belki de o yüzden devlet sopası olmadan dayanışmanın nasıl oluşabildiğini göstererek Nobel ekonomi ödülünü alan Elinor Ostrom bu ülkedeki balıkçılara bakarak varmıştır ilk sonuçlarına. Muhabbet, sohbet bizim için önemlidir. İlişkileri koparmamaya özen gösteririz... Eğer kesintiye uğrarsa, araya soğukluk girerse, barışmak için fırsat ararız.
ZARAFET GİBİ DERDİMİZ VAR
İzan, ölçü, zarafet gibi dertlerimiz vardır. Çay bardağıyla başlar birçok şey. İstanbul’un siluetinde buluruz aradığımız ölçüyü, zarafeti. Muktedirlere izan, ilim öğrenmeleri için ebru yaptıran bir kültürün mirasçılarıyız; hoyratlığı, kibiri sevmeyiz. Itri’nin melodisinin de, Nazım Hikmet’in duruluğunun da, Nuri Bilge Ceylan’ın kadrajının da izi karşılığı bizdedir. 21. yüzyılda istediğimiz, öykündüğümüz ölçüyü daha bulamadık ama bulacağız, yoksa ayıp olur.
Eğer bir hüzün - neşe yelpazesi varsa, biz daha çok hüzün tarafındayız. Belki o yüzden türkülerimizden keder, dizilerimizden melodram eksik olmuyor. Kendimize, ülkemize dair hayallerimizin bir türlü tam gerçekleşmiyor olmasından mıdır acaba bu hüzün? Aslında dünyalıyız. Gezmek, öğrenmek, yabancılarla muhabbet etmek isteriz. O yüzden vize gibi kibirli uygulamalar bizi incitir, kızdırır. Dünyanın bizi, niyetimizin temiz olduğunu anlamadığını düşünüp, üzülürüz. Maçlarda “Avrupa, Avrupa, duy sesimizi” diye bağıracak kadar da samimiyiz. Emperyalizmin gazabını gördükten sonra bile daha iyi bir dünya için uğraşmaktan vazgeçmedik; 1930’larda Balkan Antantı’na öncülük edebilecek iradeye sahiptik. 1960’larda Avrupa Ekonomik Topluluğu ile Avrupa Serbest Ticaret Topluluğu arasında seçim yapacağımız zaman daha iddialı olanı seçmekten çekinmedik. Dünyayla tutturacağımız dansın ritmini daha tam oturtamadık ama bulacağız.
PROF. DR. ALİ ÇARKOĞLU: KOÇ ÜNİVERSİTESİ İKTİSADİ VE İDARİ BİLİMLER FAKÜLTESİ DEKANI
“TÜRKİYE’de vatandaşları bir araya getiren ortak değerlerimiz” nedir dediğimizde duraksıyor olmamız sanıyorum son birkaç on yıldır süregelen bir sürecin sonucudur. Bu süreç farklılıklarımızın ortaya konması ve değer bulması ile zenginleşen, bir anlamda bir özgürleşme süreci olmuştur. Vatandaşlar dillerini, dinlerini ve en geniş anlamda kimliklerini Cumhuriyet’in hiçbir döneminde olmadığı kadar özgürce yaşadılar bu dönemde. Ancak şu an içinde olduğumuz süreç sanıyorum “Nereye geldik? Bizi bir arada tutan ne?” gibi sorulara duraksayarak cevap verdiğimiz bir noktaya getirdi bizi. Yoksa elbette herkesin müzik olan her yerde halay çekiverdiğini, kahvaltı merakının yaygınlığını, geniş ailelerin hâlâ birbirine yakın hayatını toplumun her düzeyinde gözlüyoruz ama siyaseten birlikte yaşamımızın sorunları tüm bu gözlemlerin önüne çıkıveriyor.
PRENSİPTE FİKİR BİRLİĞİ
Evet, Türkiye halkı akademik bulgular temelinde birbirine hemen hiç güvenmeyen, sosyal sermayesinin parlak yanı zayıf ama karanlık yanı da geniş ve yoğun bir toplumdur. Güven sadece eş, dost tanıdık ve bizim köylülere tanınan bir ayrıcalık olunca da toplum toleransı zayıf, farklılıklara tahammülsüz, otoriterleşmeye eğilimli bir değerler manzumesi üzerine kurulmuş görüntüsü veriyor. Türkiye toplumunun bu karanlık karakterli sosyal sermayesi içinde de umut veren bir ortak nokta bulunabilirse bu sanırım geleceğe dair bir gelişme ülküsüdür. Yani gönlü doğru yerdedir Türkiye vatandaşlarının. Gelişmek, sadece zenginleşmek değil aynı zamanda en ileri medeniyetlerin parçası olmak ülküsü toplumun her kesiminde kabul görmektedir. Bazı konularda, örneğin tarihsel mirasımıza tüm farklılıkları muhafaza ederek sahip çıkmak konusunda kafamız karışık olabilir ama prensip olarak bu konuda da fikir birliğimiz vardır sanıyorum.
UYUMLU YAŞAM PRATİĞİ
Sosyal sermaye temelinde değerlerimizin birlikte yaşama pratiklerini desteklemekten uzak olması davranışsal olarak da uyumlu bir birlikteliğin yaratılamayacağı anlamına gelmez. Türkiye toplumu doğru kurgulanmış bir çevrede farklılıkların korunabildiği uyumlu yaşam pratiklerini seçmektedir. Almanya da trafik kurallarına uyup memlekete gelince hiçbir kuralı tanımayan vatandaşlarımız buna en güzel örnektir. Kişiler içinde bulundukları kurumsal yapıya göre davranışlarını değiştirmektedirler. Gelişme ideallerine bağlılık temelinde Türkiye toplumunda gizli bir reform desteği olduğunu düşünüyorum. Kritik dönüm noktalarında hep su yüzüne çıkan bu kamusal alanda reforma olan inanç ve destek toplumu bir arada tutan bir güç olarak demokrasimizin gelişiminde hep dönüştürücü rol oynamıştır.
EROL EVGİN - SANATÇI: ATATÜRK DİYOR Kİ: EN BÜYÜK DÜŞMAN UMUTSUZLUKTUR
DOĞAN Grubu ve Hürriyet’in “Türkiye’nin Ortak Değerler Hareketi-Müştereklerimizi Keşfedelim, Geleceğe Birlikte Yürüyelim” projesini çok anlamlı, değerli ve heyecan verici bulduğumu belirterek başlayayım söze. Dört mevsimi aynı anda yaşadığımız Anadolumuzun kucağında, tüm yöresel farklılıklarımıza karşın ne çok ortak değer üretmişiz... Edebiyatı, müziği, mimarisi, minyatürü, resmi, heykeli, hat ve tezyinat sanatlarıyla bizi biz yapan bu ortak değerler sayesinde yüzyıllardır birlikte yürümüşüz. Ortak değerler deyince önce müzik gelir aklıma, ortak duygularımızın ifadesi şarkılar ve türküler... 47 yılı geride bıraktığım müzik yaşamımda Türkiye’nin her ilinde şarkı söyledim. “Edirne’den Ardahan’a” derler ya, öyle dolaştım güzel yurdumuzu ve o güzel insanların aynı türkülerle ağlayıp, aynı şarkılarla güldüklerini gördüm. Geçmişin tozlu raflarından anılarımızı; sevdalarımıza fon müziği olmuş şarkılarla çağırmışız. Dallarına anılar kondurulmuş birer dilek ağacı olmuş şarkılar ve türküler... Hayatın ritmini ve zamanın ruhunu taşımışlar... Ekmek kadar, su kadar ihtiyaç duymuşuz şarkılara, türkülere. Ötekileştirmeye, kutuplaşmaya karşı en etkili ilaç olmuş, içimizi yıkamış, toplumsal yaralara merhem olmuş, hayata tutunmamızı, birbirimizi kucaklamamızı sağlamış şarkılar ve türküler... O şarkılar ve türküler ki yüzyıllar boyu hep bir ağızdan söylenmiş ve bu topraklarda yaşayanların birlik ve beraberliğine şahitlik etmiştir. Türkiyemiz zor günlerden geçiyor. Zor zamanlarda hep Türk halkının 20. yüzyılın şafağında, Gazi Mustafa Kemal’in önderliğinde, Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Abaza, Alevi, Sünni demeden birlik ve beraberlik içinde gerçekleştirdiği mucizeyi düşünür ve umutlanırım. Bugün o mucizeyi yaratan benzer bir ruha, bir bağımsızlık mücadelesine ihtiyacımız var. Gazi Mustafa Kemal Atatürk “En büyük düşman umutsuzluktur” der. Bu zor zamanları; ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş değerleri etrafında toplanarak ve birbirimize kenetlenerek aşacağımıza ve aydınlık bir geleceğe ulaşacağımıza inanıyorum. Bu bereketli topraklarda farklılıklarımız ve müştereklerimizle yüzyıllar süren yürüyüşümüzün; ancak bu sayede birlik ve beraberlik içinde daha yüzyıllarca süreceği umudunu yüreğimde taşıyorum.
FEYZA AKINERDEM - SOSYOLOG: SAMİMİYET TÜM KİMLİKLERİ AŞAR
GÖRÜNMEZ sınırlar içinde insanları bir arada tutmak çok zordur. O yüzden ulus devletler çeşitli sembolleri, düşünceleri, duyguları dolaşıma sokar. Ancak insanların bu yüklü sembolleri aşan bir gündelik hayatları, o hayatın içinde çeşitli yakınlık kurma biçimleri vardır. Samimiyet tüm ağır kimlikleri ve sembolleri aşan bir yakınlık kurma biçimidir. Samimiyetin ortak sözler, hikâyeler, ufak jestler, homurdanmalar, hediyeler, yemekler ve başka bin türlü araçla dağıtıldığı bir toplumda yaşıyoruz. Yakınlıklar kurmak için sanatın, müziğin, kültürün, dinin, siyasetin, sokağın ve evin bize sağladığı bin bir türlü araç var. Edebiyat, sinema ve televizyon bize bu ilişkileri yeniden düşünmek için duygu yüklü hikâyeler anlatıyor. Hepimizin bildiği yemekler birbirinden çok farklı tariflerle sosyal medyada dolaşıyor. Komşular arası mesafeler şimdilerde artsa da Muharrem ayı gelince kapısını tıklatıp aşure kâsesini uzatanlar hâlâ var. Kurslar, seminerler, etkinlikler, camiler, cemevleri, toplanıp dertleşilen dost sohbetleri, cenazeler, taziyeler, düğünler, eylemler. İnsanı insana yaklaştıran ve uzaklaştıran mecralar saymakla bitmez.
Yakınlığın da bir sınırı var elbet. Bu sınırlar şiddetle ihlal edildiğinde ölüm, gasp, zorbalık, taciz, tecavüz ve lince dönüşüyor. Cinsiyet, etnisite, din temelli farklılıklar bir sınır ihlali vesilesi olarak kullanıldıkça cinsiyetçilik ve ayrımcılıklar bina ediliyor.
Lakin bize yönelen her sınır ihlalinde birbirimizi korumak için dayanışıyoruz. Minibüste son kalan iki kadınsak, birbirimizi kollamak için seyahatimizi biraz uzatıyoruz. Okul kapısında çocuğumuzu beklediğimiz sürece diğer çocuklara da göz kulak oluyoruz. Daha büyük dayanışmalar da var. Savaşın yerinden oynattığı hayatlar dayanışmayla yeniden kurulabiliyor. Öğrenciler, göçmenler, kadınlar, hatta en zayıf bildiğimiz çocuklar kendilerini güçsüz kıla her şeyin karşısında dayanışarak kendilerine yaşam alanları açıyor. En yalnızlaştığımız yerde insani bir yakınlık mutlaka gelip bizi buluyor. İnsanların arasında düşmanlıktan çok güvenin dolaştığına hâlâ inanıyorum. Şiddetin bu kadar arttığı, insanın bedeninin sınırlarının önemsizleştiği, devlet sınırlarına bir kere daha feda edildiği bu zorlu günlerde insanın insana yaklaşmasından başka çare yok. İnsanız neticede, hepimizi birleştiren değer hayatın ta kendisi. Nasıl yaşarsak, öyle bir hayat var olacak. Birbirimize ne kadar doğru bir mesafede yaklaşırsak o kadar güvende olacağız. Sadece sevdiklerimizle değil, öfke duyduklarımızla da yakınlık kurarak örgütlediğimiz sürece hayatta kalacağız.
PROF. DR. DOĞAN KUBANMİMAR VE SANAT TARİHÇİSİ: ORTAK HAZİNEMİZ DİLİMİZDİR
Bu sorunun yanıtı Türkiye’nin geçmişinde yok. Olmadığı Osmanlı İmparatorluğu’nun 17. yüzyıldan başlayarak çözülmesi ve sonunda yok olması ile kesinleşir. Türk olarak dünyanın bildiği toplum ilk kez Çanakkale’de, sonra Kurtuluş Savaşı’nda özgün varlığını kanıtlayan bir direnç gösterdi. O direnç bugünkü Cumhuriyet’i kurdu. Ortak değer bugünün dünyasında yaşaması gereken değerdir. Çanakkale’yi ve Kurtuluş Savaşı’nı yapan insanların nüfusu 1933’te15 milyondu. Bugün aynı topraklarda onların beş katından fazla insan yaşıyor. Sadece kent nüfusu 1933’ün beş katı. Ve hiçbirinin geçmişinden haberi yok. İstanbul’da yaşayan 18 - 20 milyon insanın ne İstanbul kenti tarihinden haberi var ne de kendini İstanbullu sayıyor. Bunları ne tarih ne edebiyat ya da felsefe, ne sanat ne musiki ne ortak anılar birleştiriyor. Sultanın kulları, Osmanlı döneminde değişik dini inançlar ve kaba bir Türkçe dışında değişik gelenek, dil, diyalektlerle ve coğrafi ayrılıklarla birbirlerinden soyutlanmış kozmopolit bir toplum oluşturuyordu. İstanbul, imparatorluğun kafası, beyni, buluşturucu ve idare edici iradesi ve simgesi idi. Osmanlıca ise idare edilenle edeni ayıran bir Esperanto idi.
GELECEĞE ORTAK OLMAK
Bu tarihi bilmeyen ya da anlamayan geçmişte ortak değer olmadığını da anlamaz. İslami adlar, Osmanlı, Moğol kahramanlarının adları, yabancı sözcüklerle dejenere olmuş sözde kentli jargon, ülkenin dört köşesinden taşınmış yemek gelenekleri, edebiyatın, sanatın, musikinin bir araya getirmediği insanları; otomobil, televizyon ve telefon kadar birleştiremez. Bugün insanları birleştirebilecek tek şey çağdaş dünya ile birlikte düşünülebilecek, bir geleceğe ortak olmaktır. Bunun da yolu çağdaş dünya hakkında bilgi sahibi olmaktır. Bu sistematik olmasa da tüketim dünyasında dünya ile ortak ithal mallarının kullanılmasında gerçekleşiyor. Fakat tüketimi kışkırtan söylem, birleştirici bir söylem değildir. Kendi üretmediğimiz mal da birleştirici değildir. Ortak hazinemiz dilimizdir. Birleştirici olan da bu dilde ifade edilmesi gereken gelecek öngörüleridir. Bunların Türk toplumun ortak değerleri olarak hazırlanması da politikacıların değil aydınların sorumluluğudur.
OKURUN KALEMİNDEN
Vefa borcumuz var
BİZE emanet edilen cennet vatanımızın bölünmez bütünlüğü için gözünü kırpmadan göğsünü siper eden kahraman gazilerimize, şehitlerimize, onların ailelerine, 15 Temmuz darbe girişimine karşı koyan demokrasi şehitlerimize vefa borcumuz var. Biz bu topraklarda farklı etnik kökenlerle bugüne kadar gökkuşağı renkleri gibi iç içe ve kardeşçe yaşadık ve ilelebet yaşayacağız. Çanakkale’de, Dumlupınar’da Türk’ü, Kürt’ü, Çerkez’i, Laz’ı, Abaza’sı düşmana karşı birlikte savaştı. Kardeşçe yaşamak ve ortak değerlerimizi unutmamak onlara borcumuz. Yaşar Yüksel
Biz Anadolu, Anadolu biz
GÜN sıcak selamlarla başlar Anadolu’da. Evlerin bacalarından buğusu yükselerek pişen her yemekte komşuya hak düşer. Gönlümüzün kapısı her daim açıktır Tanrı misafirine. Doğanın uyanmasıyla birlikte bahara “Hoş geldin” derken Anadolu insanı Nevruz kutlamalarında, bolluğa, berekete de ‘Merhaba’ der. Baharın gelmesiyle bereket ve şifa için tüm Anadolu Hıdırellez’i kutlarken, umutlar tekrar kanatlanıp semaya salınır. Doğa ile insan arasında mucizevi bağın resmi çizilir gönüllerde tüten her dilekte. Her inanış, her dil, her topluluk ayrı bir renk ve duygu katar bu topraklara. Bir Anadolu oluruz, Anadolu’ysa biz olur. Defne Koç
OKURUN KALEMİNDEN
YOLUMUZ AÇIK OLSUN
YOĞUN olarak yaşadığımız ve bizi karamsarlığa sürükleyen toplumsal kutuplaşma sancılarından değerli bir hareketin doğuşuna tanık oluyoruz. Sayın Begümhan Doğan Faralyalı’yı ve bu hareket için emek vermiş tüm çalışanları candan kutluyorum. Tarihimizin ve coğrafyamızın kendine has karmaşıklıklar ile dolu olması, duygusallığımız ile birleşince, küresel olarak da yaşanan kutuplaşma rüzgârı topraklarımızda daha da sert esiyor.Bu noktada, ortak değerlerimizi keşfedelim hareketi mümkün olduğunca tatlı bir birliktelik hissini toplumun içinden ortaya çıkarmayı hedefliyor, bunun için proaktif bir duruş sergiliyor. Duygusallığımız kutuplaşma sürecini bize sancılı yaşatıyor ama eğer ortak gelecek hayallerimizin kuvveti, bizi toplumsal yaşamda karşılıklı saygı konusunda biraz daha yüreklendirirse, aynı duygusallık bu memleketi tüm insanlığın gıpta edeceği bir cennet köşesi yapacaktır. Yolumuz açık olsun. Ahmet Bozer (Üst düzey yönetici)
Projenin Sosyal Medya Hesapları:
Facebook: Ortak Değerler Hareketi
Twitter: Ortak_Değerler
e-mail: ortakdegerlerimiz@doganholding.com