Güncelleme Tarihi:
Türkiye, Avrupa’nın bekleme odasında 40 yıldan fazla bir süre bekledikten sonra, beş yıl önce Avrupa Birliği’ne (AB) aday üyelik statüsü elde etti.
Recep Tayyip Erdoğan hükümeti Birliğin kriterlerini yerine getirebilmek için anayasal bir devrim yaptı: Demokratik özgürlükleri derinleştirmek ve genişletmek, Kürt azınlığın haklarını artırmak ve hepsinden önemlisi, Türk ordusunu sivillerin denetimi altına almak.
AK Parti ve Kemalistler ile ordu arasındaki rekabeti kontrol altına almaya çalışan Avrupa, Türkiye’nin değişiminde ana eksen görevi görüyordu. Ancak ne zaman AB müzakereleri aksamaya başladı, Türkiye’deki reformlar da hızını kaybetti.
Generallerin üzerindeki zırh kaldırıldı, siyasi uyum bozulmaya başladı. AKP’nin elitleriyle, Türkiye’nin yerleşmiş elitleri arasındaki general tartışmaları siyasetin ana konusu haline gelirken, bu durum Türkiye’nin AB üyeliğine karşı Fransa ve Almanya gibi muhalif üyelere yaşananları bir “kimlik krizi” olarak tanımlama fırsatı verdi.
Erdoğan ve AK Parti’nin de bu sıkıntılı durumda sorumluluk sahibi olduğunu söylemek gerek. 2007 yılında, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığıyla ilgili olarak orduyla bir çatışmaya giren Erdoğan erken seçime giderek, AK Parti’nin oylarını yüzde 34’ten yüzde 47’ye çıkarmayı başardı.
Bu reform sürecini başlatmak için mükemmel bir zamanlamaydı. Bunun yerine hükümet ve rakipleri, enerjilerini kültür savaşları ve yargı vasıtasıyla siyasi hegemoni kurma mücadelesine harcadı.
Bu tablo, dışarıdan bakanları Türkiye’nin modern ancak İslami eğilimleri tartışılmaz siyasetinin inanılmaz başarısını göz ardı etmeye yönlendirebilir. Gerçekten de hükümetin doğudaki komşularına yakınlaşan dış politikası Avrupa’da bazı kitlelerin Türkiye’nin stratejik yönünün değiştiği yönünde yorumlar yapmasına neden oldu. Ancak doğuyla batıya aynı anda yönelmek bir çelişki olmak zorunda değil.
Türkiye doğusundaki ve güneydoğusundaki coğrafyalarda istikrarı güçlendirme hedeflerni defalarca dile getirdi. AB de benzer hedefler taşıyor. Ancak Türkiye’nin etkisinin Suriye ve İran’ı da kapsayan bir alana yayılması sadece istikrar meselesi değil. Türkiye kendisini bir bölgesel güç olarak ortaya koyup, AB’ye alternatifleri olduğunu göstermek istiyor.
Ancak bu aynı zamanda Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin değerini de artırıyor. Çünkü Avrupa’nın Ortadoğu ve Kafkasya’daki güçsüzlüğüne karşın, Türkiye “yumuşak güç”ünü hem çok yaratıcı hem de çok etkili bir şekilde kullanabiliyor.
Bazıları Ankara’nın doğuya yönelimini “yeni Osmanlıcılık” olarak tanımlarken birçok gözlemci bunun temelinde ideolojilerden çok çıkarların yattığını ve Türkiye’nin ticaret, enerji gibi alanlarda bir merkez olmak istediğini ifade ediyor. Türkiye, bölgenin Avrupa’da yeri olan en büyük ülkesi ve İslamcı geçmişe sahip bir partinin laik cumhuriyet değerlerine sahip bir ülkede iktidarda olması Arap ülkelerinde büyük hayranlık uyandırıyor.
Uluslararası Kriz Grubu analistlerinden Hugh Pope, “Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana Türkiye, dış politika önceliklerini güvenlik kaygılarından yumuşak güce ve sanayi çıkarlarına kaydırıp, NATO destekli bir bölgesel jandarmadan bağımsız bir oyuncuya dönüşmeyi hedefliyor” dedi. Pope, ABD ve AB’ye de bu çabalara destek vermesi çağrısı yaptı.
Ancak bunun için Brüksel’in Türkiye’nin üyelik müzakerelerindeki kilitlenmeyi çözecek bir yol bulması gerekiyor. Üye ülkeKıbrıs Rum Yönetimi’nin baskılarıyla AB KKTC üzerindeki ticaret ambargolarını kaldırmayınca, Ankara da limanları ve havaalanlarını Rum Yönetimi’nden gelen uçak ve gemilere açmayı reddetti.
Türk tarafında 18 Nisan’da yapılan seçimlerin sonucu da belirsizliği artırıyor. Ancak Kıbrıs sorununun üstesinden gelinmesi Türkiye’nin AB ile arasındaki gergin ilişkiyi yeniden canlandırabilir.