Türkiye'de batılı anlamda spor, yakın geçmişte başlandı. Gerçi baba oğul iki padişahın, Çelebi Mehmed ile oğlu İkinci Murad'ın kurdukları 'Lahanacılar' ve 'Bamyacılar' asırlar boyunca rakip takım ruhunu yaşattılar, Okmeydanı'ndaki Okçu Tekkesi civarda yüzyıllarca ağırlık ve ok talimleri yapıldı ama bunların hiçbirisi batılı anlamda spor oyunlarına benzemiyordu.
İlginç olan bir başka taraf da, Türkiye'de
haber konusu olan ilk spor olayının şimdilerde çok popüler olan futbol, basketbol ve benzeri spor dallarında değil, eskrimde olmasıydı. 1891'in 14 Mart günü Servet-i Fünun Dergisi'nde yayınlanan bir makale, o yıllarda Fransa'da çok popüler olan eskrimden ve eskrimin nasıl bir spor olduğundan bahsediyordu.
Sporun temelini oluşturan beden terbiyesinin ve 'idman'ın Türkiye'de yerleşmesini, tanınmasını ve yayılmasını Ali Faik Üstünidman ile Selim Sırrı Tarcan sağladılar.
1858 yılında İstanbul'da doğan Ali Faik Bey, spora ailesinden, özellikle de dedesinden merak salmıştı. Dedesi, İkinci Mahmut devrinde ahır başkátibi olan ve at üzerinde İstanbul'dan Mekke'ye ve oradan da Medine'ye gidip hız rekoru kıran İbrahim Efendi idi.
Ali Faik Bey, 1870'de yazıldığı
Galatasaray Lisesi'nde hocaları olan Curel, Moiroux ve Stangali'den jimnastik dersleri aldı. Katıldığı yarışmalarda birincilikler elde etti. Mezun olduktan sonra kendi okulunda beden eğitimi öğretmeni oldu, bu görevini 21 yıl boyuunca sürdürdü ve yüzlerce sporcu yetiştirdi. 1900 yılında, Mülkiye Mektebi'nin beden derslerine de girmeye başladı.
1899'da, Beyoğlu'nda ilk jimnastik salonunu açan Ali Faik Bey, iki defa gönderildiği Avrupa'da konusuyla ilgili gelişmeleri yakından takip etti ve bunları Türkiye'ye getirdi. Avrupa'da çeşitli yayın organlarında Türkiye'deki spor faaliyetleri hakkında bir çok yazısı çıktı. 45 yıllık meslek hayatının sonunda emekli oldu ve bir yıl sonra, 1925'de Türkiye İdman Federasyonu tarafından kendisine 'İdmancılar Şeyhi' ünvanı verildi. Türkiye'de sporla ilgili ilk kitap olan 'Jimnastik yahut Riyaziyat-ı Bedeniyye'nin de yazarı olan Ali Faik Bey, son yıllarını gözlerini kaybetmiş bir halde, sıkıntılar içerisinde geçirip 2 Aralık 1942'de Kadıköy'deki evinde öldü. Selim Sırrı Tarcan, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Vildan Aşır Savaşır gibi önemli sporcuların hocasıydı.
Sporu bakanlıklar düzeyine çıkartan bir diğer önemli beden terbiyecisi ise, Ali Faik Hoca'nın öğrencisi olan Selim Sırrı Tarcan'dı. Selim Sırrı Bey, hocasıyla, Galatasaray Lisesi'nde okurken tanıştı. Birkaç yıl sonra ailesinin maddi sıkıntısı dolayısıyla kaydını Kara Mühendishanesi Mektebi'ne aldırıp oradan mezun oldu ama hocası Ali Faik Bey ile bağlantısını hiç kopartmadı ve spora devam etti. 1909'da gittiği İsveç'de Beden Eğitimi Enstitüsü'nde okudu ve 1910'da buradan mezun olarak yurda döndü. Milli Eğitim Müfettişi olmasından sonra okullarda ve bakanlık nezdinde yaptığı çalışmalarla beden eğitiminin okullara da girmesini sağladı.
Spor konusunda 58 adet kitap yayınlayan Selim Sırrı, 1957'de Nişantaşı'ndaki evinde öldüğünde beden eğitimi, Türk eğitim sistemindeki yerini artık kökleşmiş bir şekilde almıştı. Türkiye'de spor eğitiminin çekirdeği, beden terbiyesinin öneminin bilincinde olan bir avuç meraklı öğretmenin birkaç özel okulda başlattığı işte bu öncü hareketlerle ortaya çıktı.
Tarikatlar, eşiği kutsal sayarlarEve eşik aşılarak, odaya da eşikten geçilerek girildiği, dışarıdan içeriye girmekle zahirden batına, dıştan içe ulaşıldığı, dergáhtaki, evdeki olgun erlere, mürşide erişildiği, bu ulaşmaya, bu erişmeye de eşiğin sebep olduğu düşünülmüş ve eşik bu yüzden tarikat ehli tarafından bu mukaddes kabul edilmiştir. 'Beşikten eşiğe kadar' deyimindeki 'eşik' ise ölüm çağıdır.
Eski tarzda yapılmış evlerde sofadan odaya bir kapıyla geçilir. Kapının dışardan muhafazası, soğuğun odaya girmemesi, kapı önüne yapılan eşikle sağlanır. Sokak kapısının önüne de eşik denir. Eve, eşik aşılarak, odaya, eşikten geçilerek girildiği, dışarıdan içeriye girmekle zahirden batına, dıştan içe ulaşıldığı, dergáhtaki, evdeki olgun erlere, mürşide erişildiği, bu ulaşmaya, bu erişmeye de eşiğin sebep olduğu düşünülmüş ve eşik, tarikat ehli tarafından bu yüzden mukaddes sayılmıştır.
Aynı zamanda eşik, bir dervişlik, bir yokluk, gönül alçaklığı timsalidir; ayaklar altına döşenmiştir. 'Eşik gibi ayaklar altında' deyimi, bu inancın bir ifadesidir. Bu inanç halka da yayılmıştır. Halk da eşiğe basılmıyacağı, eşiğe oturulmayacağı inancını benimsemiştir; hatta eşiğe basanın, oturanın iftiraya uğrayacağı inancı da vardır.
Dergáha, mürşidin bulunduğu odaya, bir yatırın türbesine, eşik öpülerek girilir. Buna, 'Eşiğe baş koymak' denir.
'Eşiğine koymuşam ben can ü ser, / Ta vücudum ola safi hemçü zer / Eşiğinde hacetim hem budurur / Ta fakıyre eyle bir hüsn i nazar' tercemanı, Bektaşiler tarafından, baba huzurunda ve bir türbeye girilirken okunur.
'Beşikten eşiğe kadar' deyimindeki 'eşik' ise ölüm çağıdır; ecel, bu deyimle ahiretin eşiği sayılmakta ve deyim 'doğumdan ölüme dek' anlamını vermektedir.
Mehmed Şefik BeyÖnceleri hocası Kazasker Mustafa İzzet'in yolundan giderken daha sonraları Mustafa Rakım'ın tavrına dönen Mehmed Şefik Bey, 1820 ile 1880 yılları arasında yaşadı. Sultan Abdülmecid'in Sakız adasında yaptırdığı camiin levhalarını yazdı ve Bursa'da 1854 depreminde harap olan Ulucami'nin duvarlarında eskiden yazılmış olan yazıların tamirini de o yaptı. Üç buçuk yıl boyunca Bursa'da kalan sanatkár, eski yazıları tamamen tamir etti ve cami için yeni başka yazılar da hazırladı.
Şimdi İstanbul Üniversitesi olarak kullanılan eski Harbiye Nezareti'nin dış kapısı üzerindeki 'Daire-i Umur-ı Askerriyye' yazısı, bu yazının iki yanında yeralan
Fetih Suresi'nin ayetleri ve kapının iç tarafındaki celi sülüs yazılar Mehmed Şefik Bey'in; bu yazıların ortasındaki dört satırlık celi talikler ise Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nindir.
Tavşan kebabı
Tavşan, arzu edilen şekilde doğranır. İki-üç defa yıkandıktan sonra kanının temizlenmesi için birkaç saat suda bırakılır. Şişlere geçirilip hafif ateşte çevrilirken, beş-on diş sarmısak biraz tuz ile havanda döğülüp iki fincan sirke ve iki fincan da yağ ilávesiyle hafif ateşte iyice karıştırılır ve bir kenara konur. Kebap ateşte kızarıp suyu damlamaya başlayınca, tavuk telesiyle hazırlanan sıvıdan ağır ağır sürülür. Bu sırada ince bir ayva dalıyla, ateşten indirilen kebaba uzunlamasına birkaç defa vurulup yeniden ateşe bırakılır. İstenilen şekilde pişince sahana konur, geride kalan yağ ve sirke üzerine dökülüp biraz daha ateşte bırakılır, sirkeyle yağ azalıncaya kadar tekrar pişirilir.