Güncelleme Tarihi:
Erşat Hürmüzlü, 2008-2014 yılları arasında 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Ortadoğu başdanışmanlığını yaptı. Iraklı bir Türkmen olan Hürmüzlü, Arap dünyasının iyi tanıdığı, lafına sözüne kulak kesildiği bir isim. Gül’ün görev süresinin tamamlanmasıyla birlikte onun da görevi sona erdi. Ancak halen Bakanlar Kurulu kararıyla uluslararası bir kurum olarak kurulan Türk-Arap Diyaloğu Platformu’nun genel sekreterliğini yürütüyor. Dolayısıyla da hem Arap liderlerle hem de sivil toplumla yakın istişare içinde. Ankara’nın IŞİD ve PKK’ya karşı başlattığı hava harekâtlarının gölgesinde Ortadoğu’da Türkiye’nin algısının ne yönde geliştiğini konuştuk. Hürmüzlü’ye göre Ortadoğu ile politikada genel bir restorasyon şart; Türkiye 20 sene bir adada tek başına Robinson Crusoe gibi yaşayamaz!
Fotoğraf: Levent KULU
RÖVANŞİST VE İDEOLOJİK DURUŞLA ARABULUCULUK ROLÜNDEN VAZGEÇTİK
- IŞİD nasıl ortaya çıktı? Bölge Arap ayaklanmalarının ardından ‘bahar’ beklerken nasıl buraya geldi?
Arap Baharı devam ederken demokratik değil ideolojik yaklaşımlar öne çıktı. Mezhep dürtüleri, rövanşist algılar ön plana çıktı. Arap ayaklanmalarının ortaya çıkmasının müsebbibi biz değiliz, o halklar bunu istedi. Biz de “halk istiyorsa onların istediğinin yanındayız” şeklinde bir tutumun içinde olmak durumundaydık ve olduk. Fakat o ideolojik duruşlar ortaya çıktığı zaman bizim orada arabulucu rolümüzün olması gerekiyordu. İşte onu yapmadık.
- Biz Ortadoğu’da daha önce üstlendiğimiz arabuluculuk fonksiyonlarından gönüllü olarak vazgeçmedik mi?
Maalesef öyle. O da ideolojik. Bizim oralarda ‘nasıl olsa bunlar iktidara gelecek’ düşüncesiyle yatırım yaptığımız bazı kesimler oldu.
- Müslüman Kardeşler’i mi kastediyorsunuz?
E onlar da dahil.
TÜRKİYE ARTIK AYNAYI YÜZÜNE TUTUP HATALARDA ISRAR ETMEMELİ
- Başka kimler?
Falanca ülkede Sünni Araplar, falanca ülkede Müslüman Kardeşler, falanca ülkede daha liberal bir kesim. Halbuki bizim oyun kurucu olarak yapmamız gereken işi onların inisiyatifine bırakıp arabulucu olarak hareket etmemiz gerekirdi. Şimdi buralara geldik. Bugün Türkiye için önemli olan artık aynayı yüzüne tutup hatalarını görmek. Hatamızı ancak görürsek düzeltebiliriz. Hatada ısrarcı olmamak lazım.
ARAP BASININDA ÇIKANLARIN YÜZDE 95’İ ALEYHİMİZDE
- O hataları somutlaştıralım. Bugün Türkiye’nin Ortadoğu’daki en büyük sorunu nedir?
Beni endişelendiren olay hükümetlerin bize karşı tutumu değil, halkların bize karşı tutumu. Arap basınını Türkiye’de en iyi takip edenlerden biriyim ben. Bundan 10 sene önce her ay Türkiye hakkında Arap basınında 10’a yakın makale çıkardı ve bunların yüzde 95’i bizim lehimize olurdu. Şimdi öyle parlak bir döneme girdik ayda 30-40 makale çıkıyor ve bunların yüzde 95’i bizim aleyhimizde oluyor. Biz eskiden bizi eleştirenlerin üzerinde dururduk, görüşürdük, kendimizi anlatırdık. O makalelerdeki yaklaşım hükümetlerin değil halkların ve basının bakışı. Türkiye bir öcü değil, tatlı bir dost olmalıydı onların gözünde. Bunu yapmak için bazı meselelere aynı pencereden bakmamız gerekirdi.
- Mısır’da Mursi’ye yapılan darbe Gezi protestolarının arkasına gelince AK Parti iktidarının şöyle bir söylemi gelişti; ‘İki ülkede de seçilmiş iktidarlara karşı dış güçlerin komplosu var’. Siz o dönemde 11. Cumhurbaşkanı Gül’ün başdanışmanıydınız. Gül başta Mısır’daki yeni idareyi tamamen dışlamayan bir tavır için bazı inisiyatifler almaya çalışsa da başarılı olamadı. Cumhurbaşkanlığı makamından yapılan uyarılar dikkate alınmadı mı?
Yok alınmadı. Mesela ben o zaman Mursi’nin başbakanı olan Hişam Kandil ile konuştum. İhvan Grubu’nun İrşat Ofisi’nden arkadaşlarımızla konuştum. Bizim söylediğimiz uzlaşma içinde işlerin çözülmesi ve kan dökülmemesiydi. Artık bir kaos var. Kardeş kavgası başlamış. Bir tarafı tutmak doğru değil. Her iki tarafa da itidal tavsiye etmek gerekirdi. Biz kendi aramızda bunları konuşuyorduk. Hatta Rabia olayından birkaç gün önce “Gelip sizinle konuşsak acaba sizin bazı söylemlerinizi hafifletmeniz mümkün olabilir mi” diye Mursi grubuna bazı mesajlar ilettik. Sayın Cumhurbaşkanı’nın bilgisi dahilinde konuştum onlarla. Bunları hükümetimize de gayet tabii bildirdik. Fakat Rabia olayı oldu ve öyle bir infial yarattı ki kanlı bir şekilde bitirilmesi insanlarda ‘bir taraf haklı’ algısını pekiştirdi. Bir yerde katil ve maktul olduğu vakit her ikisinin de suçu olmalı. Nasıl biz aynayı yüzümüze tutmalıysak onların da aynayı yüzlerine tutması şarttı. Ben Arap-Türk Platformu’nun genel sekreteri olarak hâlâ tüm taraflarla görüşüyorum. Hep diyalog diyoruz, hep çözümler masaya getirilsin diyoruz. Bazı konular medya kanalıyla yürütülmemeli. Tabii Mursi’nin yüzde 52 ile seçilmiş bir cumhurbaşkanı olarak idama çarptırılması Mısır için bir kara lekedir.
MISIR’DA TARAF TUTMASAYDIK MURSİ’YE İDAM ÇIKMASINI ENGELLEYEBİLİRDİK
- Kara lekedir ama Türkiye’nin Mısır ile ilişkilerini sıfırlamasına neden olacak bir şey değil midir size göre?
Hem öyle hem de biz baştan işlerin buraya gelmemesi için bir şeyler yapabilir miydik?
- Taraf tutmamış olsaydık Mursi’nin idam cezası almasına mani olabilir miydik ki?
Bence büyük bir ihtimalle evet yapabilirdik. Çünkü iki kesim de bizi dinliyordu.
- Sonuçta Türkiye halkın seçtiği ilk sivil cumhurbaşkanı Mursi’den yana net tavır koydu. Buna rağmen neden halk nezdindeki imajı da iyi değil?
Çünkü işin içinde siyasi dürtüler var. Müslüman Kardeşler’e karşı kuşkuyla bakan önemli bir halk kesimi var. Mısır’ın Müslüman Kardeşler’le ilk deneyimi değil ki. 1952’de Mısır yakıldı. Enver Sedat suikastla öldürüldü. Oysa hiçbir kesimin isminin terör hadiseleriyle bağdaştırılmaması gerekirdi. Müslüman Kardeşler bundan sorumludur demek istemiyorum. Ama Mısır halkı barış ve güven içinde yaşmak istiyor. Sokaklarda çarpışmalardan rahatsız olur. Mısırlıların bir sözü vardır; “Duvar gölgesinde yürüyün” derler.
- Mısır konusunda AK Parti’nin tutumunu eleştiriyorsunuz ama hatırladığım kadarıyla Suriye olayları başladığında hükümetin tavrına paralel bir çizgiyi savunuyordunuz.
Önceleri biz çok doğru işler yaptık. Dera hadiseleri başladığı zaman bizim hükümetimiz çok önemli mesajlar verdi. Oraya Arapçaya tercüme edilmiş bir biçimde intikal eden dosyaların içinde seçim ve reform önerilerinin olduğunu “Aman bir an önce bunları yapın” denildiğini biliyorum. Çok görüşmeler oldu ve çok sözler alındı. Fakat Esad olayı reform değil güvenlik meselesi olarak gördü. Oysa Dera hadisesi üç-beş tane 13-15 yaşında çocuğun Tunus olayından Mısır’dan etkilenerek duvarlara yazdığı yazılarla başladı. Bunların babalarını çağırıp uyarsalar iş belki biterdi. Ama hapse attılar, aileleri gitti, onları da içeri attılar ve hepsine çok da işkence yapıldı. Olaylar başlayınca başta Türkiye’ye kaçan kamplardaki Suriyeli sayısı 10 bin civarındaydı. Yüz bine kadar kişiyi alabiliriz deniyordu. Ama iki milyon değil! Mesele yüz bini aştığında politika gözden geçirilmeliydi. Güvenli bölge konusundaki çalışmalar o zamandan başarılı olsaydı o zaman şu anki 2 milyonluk sığınmacı kriziyle karşı karşıya olmazdık.
GÜVENLİ BÖLGE KONUSUNDA ISRAR ŞART
- Hükümet baştan beri güvenli bölge konusunda çok ısrarcı oldu ama uluslararası koalisyonu, başta da ABD’yi ikna edemedi.
İkna edemedi tabii. Müttefiklerimizle çok iyi ilişkilerimiz olması gerekir ki aynı telden çalınsın. Fransızlar Libya’ya girdikleri zaman daha BM kararı bile yoktu. ABD 1991’de Irak’a girdikten bir süre sonra Irak’ın Kuveyt’e yaptığının işgal olduğu konusunda karar çıkarıldı.
- ABD ile ilişkilerimiz daha iyi olsaydı bu kadar ayak diremezlerdi mi demek istiyorsunuz? Bugün Türkiye ile İncirlik’in kullanımı için varılan mutabakatta güvenli bölge var mı, orası hâlâ çok muğlak.
Bence Türkiye bunda ısrarcı olmalı. Karşılıklı restler olur dış politikada. Türkiye’nin milli selameti için bunlar önemlidir.
- Son 4 gündür Türkiye hem Suriye’de IŞİD’e hem de Kuzey Irak’ta PKK’ya yönelik hava saldırılarına başladı. Bu durum denklemi nasıl değiştirebilir?
Aslında bunu biz de, tüm dünya da bekliyordu. Çünkü sınırlarımızı tehdit eden bu ihanet şebekelerine dur demek gerekiyordu. Ülkemiz bu yalnızlığı yaşamasaydı, dünya kamuoyu daha çok yanımızda yer alacaktı. Ancak başkalarının tutumu ne olursa olsun milli güvenliğimizi korumak şarttır, doğrudur. Güvenli bölge ve tampon bölgeler hakkındaki görüşlerin ne kadar haklı olduğu şimdi daha çok ortaya çıkıyor. Eminim bu haklılık artık kabul görecektir.
ABD AMERLİ YA DA RAKKA’DA NEDEN YOK?
- Bölgede IŞİD’in yükselişine karşı fren mekanizması görebilecek en önemli grubun Kürtler olduğu algısı Batı’da yerleşti. Türkiye’nin terör örgütü olarak gördüğü PYD’nin yöneticileri Elsyee Sarayı’nda kabul gördü. ABD’li yetkililer bizzat görüşüyor. Türkiye ‘PYD de IŞİD gibi bir örgüt’ argümanında bu saatten sonra uluslararası kamuoyunu ikna edebilir mi?
Bahsettiğiniz Salih Müslim’in Batı’daki, hatta Türkiye’deki görüşmeleri için şunu söyleyebilirim. Bir zamanlar Mesud Barzani ve Celal Talabani de ABD tarafından terör örgütü lideri görülüyordu. Barzani artık Beyaz Saray’da kabul görüyor. Sivil bir idareye geçip terörden vazgeçtiklerini ortaya koyduktan sonra oldu bu ama. PYD de bunu yapabilir.
- PYD’nin bugüne kadar Türkiye’ye yönelmiş bir faaliyeti yok.
Şu anda yok ama böyle bir tehlikenin varlığından kuşkulanabilir hükümet. Fakat Amerika’nın tutumunun bizim için bir emsal teşkil etmesi söz konusu değil. IŞİD’e karşı Kobani’de çok büyük bir hareket oldu. 300 bin kişilik bir şehirdi Kobani. 3 ay direndi ve Amerikalılar ciddi bir biçimde yardım etti. Türkiye de yardım etti. Bu olayın bir tarafı, terazinin bir tarafına koyun. Terazinin öbür tarafına da Amerli’yi koyun. Tuzhurmatu’ya 80 kilometre yakın, Kerkük’ün güneyinde bir ilçe. Oranın halkı 81 gün direndi IŞİD’e karşı. Son günlerde Amerikalıların bir-iki tane hava saldırısı oldu ama 80 gün tek başlarına bırakıldılar. E burada büyük bir soru işareti yok mu? Mesela IŞİD’in merkezi Rakka değil mi? Oraya neden büyük bir hava saldırısı yok? 400 bin kişilik Telafer IŞİD’in eline geçmeden neden yapılmadı?
ABD’NİN ORTADOĞU’DAKİ DÜŞMANI ARTIK ŞİİLER DEĞİL
- Kobani direnişi sırasında ve sonrasında Kürtlere ABD’nin verdiği destek Suriye’de de Irak’taki gibi özerk bir Kürdistan bölgesi kurulması için mi? Bunları Kürtlerin tam bağımsızlığı için ABD’nin stratejik hamleleri olarak mı okuyorsunuz?
Mutlaka böyledir demiyorum, olabilir diyorum. Fakat Amerika’nın politikalarında 11 Eylül sonrasında bir değişiklik olduğu doğrudur. Eskiden bölgede Amerika’nın geleneksel düşmanı İran’dı ve Şii kesimdi. Kaide, Nusra gibi terör örgütlerinin yükselişine baktılar ve bunların daha çok Sünni kesimden çıktığı tespitini yaptılar. Bir politika değişikliğine gittiler ve bu şu anda İran’la yapılan nükleer anlaşma ile taçlandırıldı. Başta Körfez ülkeleri olmak üzere Arap ülkeleri bundan çok rahatsızlar. Obama idaresi devamlı onları rahatlatmaya çalışsa da Amerikan politikasında Şiilere bakış çok değişti. Buna bizim de ayak uydurmamız lazım. Bizim bunu görüp ABD için ciddi bir müttefik olduğumuzu ortaya koymamız gerekir.
TÜRK BÜROKRATLAR IRAK’TA KARŞI TARAFA KOZ VERDİ
- Hükümet bunu ısrarla reddetse de Türkiye’nin bugün hem Batı’da hem de Ortadoğu’da ‘Sünnici’ bir imajı olduğunu biliyoruz.
Hükümetimizin belki haberi yoktur ama o konuda Irak’ta bazı bürokratlarımız karşı taraflara çok ciddi kozlar verdiler. Başbakanın ya da cumhurbaşkanının değiştirilmesi sırasında çoğunluğu teşkil eden Şiilerin yerine Sünni gruplardan isimlerin gelmesi için çalışan bürokratlar oldu.
- Bürokratlar derken Dışişleri mensuplarını mı kastediyorsunuz?
O dönemin Başbakanı Nuri El Maliki henüz ipler kopmadan önce Ankara’ya ziyarete gelmişti. Cumhurbaşkanımızla görüştü, sonra benimle özel olarak konuşmak istedi. Çıktık bahçede dolaştık. Dedi ki “Sizin temsilcileriniz bazı konuları Batılı ülke büyükelçilerine anlatıyorlar. Onların ne dolaplar çevirdiklerini Batılıların hepsi gelip bana söylüyor. En son falanca büyükelçi gelip bana şunları söyledi. Ama ben Cumhurbaşkanı Gül’ü üzmek istemedim. O nedenle de resmi görüşmede bunu anlatmadım.”
- Murat Özçelik miydi Maliki’nin ima ettiği kişi?
Ben tabii isimlendirmek istemiyorum.
- Türk büyükelçiler Ankara’dan bir talimat olmadan Maliki’nin iddia ettiği gibi bir tavır sergileyebilir mi?
Demek ki böyle şeyler olmuş ki adamlar bize şikâyet ettiler.
ÜLKELERİN İRADESİNE SAYGI ŞART, PARMAK SALLAMADAN KONUŞMALI
- Bugün itibariyle Türkiye’nin Ortadoğu’daki algısı “radikal Sünni gruplara tolerans gösteren” bir noktada mı hâlâ?
Bu iddialar var diyorum. Bu iddialar doğrudur demiyorum. Bugün Arap basınında okuduğum 3 tane köşe yazısında bunlar vardı. Birisi Suudi Arabistan, birisi Birleşik Arap Emirlikleri, birisi de Ürdün’de çıkan bir gazete.
- Suudi Arabistan şu an Türkiye’nin Arap ülkeleri arasında en çok ortaklaştığını düşündürten bir ülke değil mi?
Kral Abdullah ölünceye kadar ilişkilerimiz ciddi buhranlardan geçmeye başlamıştı, çünkü Mısır konusunda çok ağır bir tutumu vardı rahmetli Kral’ın. Bugün Kral Salman’ın böyle olmadığını görüyoruz. İşlerin Salman’la daha düzeleceğini umuyorum ben. Fakat ateşiniz çıkınca Aspirin almak değil doğru olan, hastalığın esas sebebini bulmak. Gördüğüm kadarıyla hastalığın başlıca sebebi Mısır. Mesele sadece Mısır’daki siyasi tutumlar değil, ülkelerin kendi inisiyatiflerine saygı göstermek meselesi. Karşıdakiyle ‘parmak sallama’ şeklinde konuşmamak lazım. Herkesin bir gururu var, herkesin kendi doğruları var. Doğrular izafidir. Biz demokrasiyi bir erdem olarak görüyoruz fakat her yerde bu böyle mi? Cumhuriyet mi, kraliyet mi, cumhur-kraliyet mi istiyorlar ona o halklar karar verecek. Onları değiştirmek bizim değil o halkın görevidir.
TÜRKMENLERE SİLAH O KADAR GİZLİ GİTMİŞ Kİ ONLARIN BİLE HABERİ OLMADI!
- Türkiye geçen hafta IŞİD ile mücadelede uluslararası koalisyona katılmış olsa da hakkında ‘Başta cihatçılara sempatiyle kucak açtı’ algısı var. Bu neden kaynaklandı?
Evet, bizim hakkımızda bu algı var. Ben bu algının arkasındaki değerlendirmelerin doğru olduğunu zannetmiyorum. Terör örgütü olduğunu bile bile bizim resmi ya da gizli bir teşkilatımızın bunlara yardım ettiğini ben zannetmiyorum. Yalnız yanlış algılara neden olabilecek şeyler oldu. Mesela biz ‘Ilımlı muhalifleri destekliyoruz’ dediğimizde onlara silah gittiği algısı oluyorsa, oradan da ‘silahların başkalarının eline geçmesine de belki göz yumuldu’ şeklinde soru işaretlerine neden olabiliyor.
- Suriye’deki Türkmenlere Türkiye’den silah gitti mi?
Olayın gerçeğini cidden bilmiyorum. Demek ki o kadar gizli gitti ki Türkmenlerin de haberi olmadı. (Gülümsüyor) Türkmenlerin silah aldıklarını ben zannetmiyorum.
- 2002-2003 döneminde Irak Savaşı arifesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli meselesi Irak Türkmenleriydi. Sonra bu politika evrim geçirdi.
Bir takım beyanlar vardı. Şu anda arazideki durum o sözlerin yerine getirilmediğini gösteriyor.
ANKARA’YA GÖRE TÜRKMEN İŞİ TÜRKMENLERE BIRAKILMAYACAK KADAR CİDDİ BİR İŞ HERHALDE
- Türkiye’nin Türkmenlere yardım etmekten anladığı silahlandırmak mı? Irak’ta 2003’te meşhur Süleymaniye hadisesi yaşanmıştı ki Amerikalılar bu baskının sebebini ‘Türkmenlere bomba eğitimi veriliyordu’ diye açıklamıştı.
O hadisede 10 tane Kalaşnikof yakalanmış. Albay Mayville vardı o işin kahramanı. Ben 2003’ten sonra Kerkük’e gittiğimde onunla görüştüm. O zaman bana şöyle bir serzenişte bulundu; ‘Sizinkiler, hep Kürtler geldi oraya bayrak astı diye şikâyet ediyor. Ben de gidin siz de yapın diyorum’ Fakat oraya işte bayrak falanın yanında 5-10 tane Kalaşnikof götürülmüş. Devlet politikası olmayan bir şey. Bazı Kürt partiler tarafından çok abartıldı ve ihbar edildi. Sonra o Süleymaniye hadisesi oldu.
Irak Türkmenlerine insani boyutta yardım yapıldı, siyasi boyutta çok olmadı. Önemli olan milletin bağrından çıkan hareketlerin projelerini ciddi biçimde ortaya koymaları ve yardım etmek isteyen dost ülkelerin kayıtsız şartsız olarak onların iradesine uygun bakması. Ben bazen şakalaşırım arkadaşlarla ve derim ki; Bu Türkmen işi Irak’ta da Suriye’de de Türkmenlere bırakılmayacak kadar ciddi bir iş herhalde! Böyle olmaması lazım. Türkmenlerin kendisine bırakılması lazım.
- Ve Türkiye ne Irak’ta ne Suriye’de Türkmenlere bırakmadı.
Ben onu görmüyorum.
- Türkiye, Irak ve Suriye’de Türkmenleri kendi bölgesel pozisyonları için kullandı mı?
Türkiye kamuoyu bu konuda çok hassas olduğu için Türkiye hükümetleri ve devleti meseleye bir takım yaklaşımlarda bulunmak durumunda oldu. Bunu kabul etmek gerekir. Ama gerçekten bir devlet politikası çerçevesinde bu konulara yaklaşıldı mı? Zannetmiyorum. Şu anda Türkmenler neredeyse haritadan silinmek üzere. Fiili olarak Kerkük –en büyük Türkmen şehridir- onların idaresinde. Telafer –ki birçok ilden daha büyük bir ilçedir- IŞİD’in elinde ve kurtarılmamış bir bölge. Erbil eskiden bir Türkmen şehriydi, şu anda Kürdistan’ın başkentidir.
- Bayırbucak Türkmenleri bugün yoğunluklu olarak neredeler?
Bayırbucak Türkmenleri Lazkiye bölgesinde olduğu için bir kısmı idarenin (Esad) hâkimiyetinde kaldı maalesef. Büyük bir kesim Türkiye’ye de irtica etti, kamplardadır şu anda. Şu anda mücadelede bulunan Bayırbucak Türkmenleri 50-60 bin kişidir. Ama Halep’te 1 milyon var. Dolayısıyla meselelere çok iyi bir tartıda bakmak lazım.
- Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başbakan Davutoğlu malum TIR’lar için ‘Bayırbucak Türkmenlerine insani yardım götürüyorlardı’ demişti. Cumhuriyet gazetesi bazı mühimmat görüntüleri yayınladı ve bunların o TIR’ların görüntüsü olduğunu öne sürdü.
Ama nerede yakalandı o TIR’lar? Bayırbucak Türkmenlerine yakın mıydı, ona da bakmak lazım.
- Adana’da durdurulmuştu TIR’lar.
Ama Bayırbucak Türkmenleri Hatay’ın güneyinde Lazkiye bölgesinde. O TIR’lar oraya mı geçerdi, yoksa bazı gruplar öbür taraftan alıp oraya mı götürecekti ben bilmiyorum.
- İnsani yardım olsa bile yöntem bu mudur, MİT’in göndermesi midir?
Tabii bunlar çok hassas konular. Bir devletin karşı devletin vatandaşına silah yardımı yapması falan her zaman sorgulanabilir durumlar uluslararası camia tarafından. İnsani yardımlar her zaman hüsnü kabul görebilir.
- Fakat sizin de kafanızda o TIR’ların içindekiler acaba neydi diye bir soru işareti olduğunu anlıyorum.
Ve hatta acaba onlara mıydı? Bu da açıklığa kavuşmadı bence. Kime gittiğini de bilmiyorum. Cevapları bilmediğim için kafamda soru işaretleri var. Onun için de Suriyeli dostlarımla konuşuyorum.
- Ne diyorlar?
Bir kısmı ‘Vallahi bizim de haberimiz yok’ diyor. Bir kısmı ‘Yardım para olarak da yapılabilirdi’ diyor. Bir Kalaşnikof orada 50 dolardır. Suriyeli Türkmenlerde de bir takım ikilemler var. Ama işin doğrusunu bilmediğim için bir teşkilatı itham etmek durumunda olmak istemiyorum. Belki çok iyi niyetli girişimlerdi, belki Irak’ta olduğu gibi bazı bürokratların kendi tasarrufuydu.
ARAP ÜLKELERİ TÜRKİYE’NİN İSRAİL’LE BARIŞMASINI MEMNUNİYETLE KARŞILAR
- İsrail ile olası barışma Arap ülkelerinde nasıl yankılanır?
Arap ülkeleri Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin düzelmesini memnuniyetle karşılar. Arap-İsrail ihtilafında bizim pozitif eylemlerimiz olabileceğini düşünüyorlar. Avrupa Birliği’ne girmemize de böyle bakıyorlardı. Onlar bu olaylara daha pragmatik bakar. Ben burada ahlaki bir pragmatizmden bahsediyorum. Fırsatçı bir pragmatizmden bahsetmiyorum. Sabitlerimiz, prensiplerimiz neyse onlara sadık kalarak pragmatik bir şekilde reel politika izleyerek meselelere bakmaktan bahsediyorum. Nasıl insanları kazanmak bir sanat ise devletleri kazanmak da bir sanattır.
CUMA’MIZ BİLE ADADAN KAÇMAYA ÇALIŞIYOR
Dış politikamızın çok ciddi bir restorasyona ihtiyacı var. Biliyorsunuz, Robinson Crusoe 20 sene bir adada kalmış, son 3 senesi hariç yalnızdır. O 3 sene de cuma günü bulduğu için adına Cuma dediği bir yabancı vardır. Şimdi biz de Robinson Crusoe gibi tek başımıza 20 sene bir adada kalmayalım. Bizim Cuma’mız şimdi adadan kaçmaya çalışıyor! Her kesimle çok iyi ilişkiler içinde olmak illa onlarla aynı fikirde olmak anlamına gelmez. İhtilaflarımız saklı kalmak kaydıyla çok ciddi dostluk münasebetleri kurma yoluna gitmemiz gerekiyor. Düzeltme, restorasyon olabilir. Önemli olan milli çıkarlarımızdır. Birkaç pozitif mesaja bakar. Ben hayatımın büyük bölümünü bu bölgede geçirmiş bir insanım. Oradaki siyasilerle, işadamlarıyla, gazetecilerle devamlı ilişki içindeyim. Bu bana söyleniyor; ‘Bir adım atılırsa, biz 3 adım atarız’. Nitekim 2002’den sonra hava bu yöndeydi. Halep’te üzerinde Abdullah Gül olan çakmaklar satılıyordu. Gazze’de Sayın Erdoğan’ın resimleri sokakları süslüyordu. Hatta kaç tane Tayyip Erdoğan büyüyor bugün Arap ülkelerinde. Bu halklar böyledir. İşi buraya getirmek tekrar mümkündür.
KİMDİR?
Bağdat Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. Gençlik yıllarında Bağdat Radyosu Türkçe bölümünde edebiyat programları sundu. Münih, Helpolştayn, Zürih, Londra ve Bağdat’ta işletmecilik ve liderlik kurslarına katıldı. Ortadoğu ülkelerinde Türk ve yabancı şirketlerde üst düzey yöneticilik yaptı. 2008 yılında Cumhurbaşkanlığı Ortadoğu Başdanışmanlığına atandı. Bu dönemde 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Ortadoğu özel temsilciliğini yaptı. Bakanlar Kurulu kararıyla uluslararası bir kurum olarak kurulan Türk- Arap Diyaloğu Platformu’nun genel sekreterliğine seçildi, halen bu görevi sürdürüyor. Türkçe, Arapça ve İngilizce olarak 6 eseri ve 4 Tercüme eseri vardır.