Arkadaşları kendisine ‘‘rejisör’’ diye seslenmeye başladığında, Mersin Ortaokulu'nda ikinci sınıf öğrencisidir henüz. ‘‘Rejisör’’ kelimesinin anlamını kaçının bildiği şüphelidir gerçi ama olsun. Mersin'in yıkıldım yıkılacağım diyen ‘‘Halk Sineması’’nda seyrettiği filmlerden bilinçaltına yerleştirdiği siyah-beyaz sahneler belirleyecektir yolunu bir süre sonra zaten. Bu nedenle, çok geçmeden kendisini Yeşilçam'da, hem de en genç yönetmen olarak bulmasında şaşırtıcı bir taraf yoktur. Şaşırtıcı olan, 50 yıllık sinema hayatı boyunca, sinema üzerine bir tek kuramsal kitap bile okumadığını söylemesidir. Üstelik, bunu biraz gurur duyup böbürlendiğini gizlemeden dile getirmesidir asıl şaşırtıcı olan. Söz gelişi, ilk yönetmenliğinde, arkadaşlarının eline pipo tutuşturup boynuna bir fular sarmaları, onun da buna itiraz etmemesi olağandır. Bekárlık yıllarında evini, tıpkı ‘‘Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’’nin yaptığı gibi, eve ‘‘atacağını’’ düşündüğü kızların ‘‘ideolojik’’ yapılarına uygun hale getirmeye gösterdiği ‘‘özen’’ de olağandır. Plaklar bu amaca uygun olarak seçilir, masanın üzerine hangi derginin veya kitabın konulacağı da yine buna göre belirlenir. Ahmet Erhan'ın ironisi acısını besleyen tespitinde olduğu gibi, ‘‘Burası Türkiye adamım bana bir yorgunluk kahvesi getir’’ diyecek değiliz ya, önce ‘‘Aahhh Belinda,’’ arkasından da ‘‘Hayallerim, Aşkım ve Sen’’ diyoruz. Çünkü, söz konusu olan Atıf Yılmaz ve onun Doğan Kitapçılık tarafından yayımlanan ‘‘Bir Sinemacının Anıları’’ isimli kitabı...
Ben 48 yaşıma kadar askere gitmemiştim. Neden mi? Hiç çağırmadılar da ondan. Hayırsever bir sözde yapımcı, küçük çıkarları uğruna beni ihbar etmeseydi, belki de o şerefli görevden tamamen kurtulacaktım. Jandarmalar, polisler peşime düştüğünde Türkán'ın (Şoray) oynadığı filmin henüz yarısındaydım (...) Sonradan Türkán anlattı. Bakmış ki benim halim hal değil, bir gayret telefona sarılmış. Nereye mi? Doğru Selimiye'ye, Sıkıyönetim Komutanı ünlü Faik Türün Paşa'ya. Emir subayları, yaverler. Sonunda paşaya ulaşıp bir randevu rica etmiş. (Atıf Yılmaz, sonraki gelişmeleri senaryo tekniğiyle anlatıyor. Neticede, Faik Türün telefona sarılıp Atıf Yılmaz'ın askerliğinin üç ay ertelenmesi emrini veriyor. Karşıdakiler, bunun 'usulsüz' bir durum olduğunu söylerlerse de, Faik Türün, muhatabını azarlayarak emrini tekrarlıyor. Atıf Yılmaz'ın senaryosuna göre, bu arada Türkán Şoray'ın saçları, Paşa'nın kulağına, yanağına dokunmaktadır...)
Nuri İyem, adımızı kullanarak takıştığı hocaları harcamıştıNuri İyem'in teşvikiyle bir sergi açmaya karar veriyoruz. Atölyedeki bin türlü eşya arasında demirden, şamdanı andıran bir şey buluyor, onu kendimize amblem seçiyoruz (...) Grubumuza Nuri'nin tavan arasındaki atölyesinden mülhem ‘‘Tavan Arası Ressamları’’ adını yakıştırıyoruz. Bir de manifesto bastırıyoruz. Küçük bir broşür. İddialarımız yaptığımız resimleri epeyce aşıyor (...) (Anıları yazarken sık sık olduğu gibi, bir barda atölye arkadaşım Ömer Uluç'la karşılaştık. Anılarım, eski günleri gülerek anmamıza neden oldu. Söz manifestodan açılınca Ömer, manifestoyu Nuri İyem'in hazırladığını söyledi. Bizim adımızı kullanarak takıştığı akademi hocalarını harcamaya, olması gerektiğini düşündüğü resim sanatını yaymaya kalktığını anlattı. Sanırım doğru olan Ömer'in söyledikleridir.)
Yaşar Kemal'in hemşehrileri ‘‘Boşver o körü’’ diyorlardıYaşar, Kadirli'nin Hemite köyünden ya, önüme gelene övünerek, ünlü romancının Yaşar Kemal'in bir eserini filme alacağımızı anlatıyor, hoş görünmek istiyorum. onlar ise ‘‘Boşver körü’’ deyip geçiyorlar. Sonra peşinden biri, ‘‘Canım İnce Memed'in hikáyesini ben anlattım ona’’ deyip çıkıyor ‘‘o kadar da iyi yazmamış.’’ Bir başkası ‘‘Ölmez Otu benim hayatım’’ diyor. ‘‘Yaşar içine sıçmış.’’ Her romanın gerçek bir sahibi var. ‘‘Ben yazsaydım, sen o zaman görürdün.’’ Bunu söyleyenin ihtimal okuma yazması bile yok. Onlara anlattıklarını varsaydıkları şeylerin, hayat hikáyelerinin, Yaşar Kemal gibi gerçekten büyük bir yazarın eli değmese, hiçbir önemi olmayacağını, bir sanat eseri olamayacağını anlatamıyorum.
Nejat Eczacıbaşı'nın devrim merakıAynı dönemde, (TİP'in 15 milletvekili çıkardığı dönem) doğru mu yanlış mı bilmem, Eczacıbaşı'nın, Profesör Cahit Tanyol'u çağırıp ‘‘İktidara gelirseniz bize ne yapacaksınız’’ diye sorduğunu duymuştum. Kemal Tahir'in, Türkiye'de henüz Batı anlamında sınıfların oluşmadığını, gerçek anlamda bir burjuva, bir işçi sınıfından söz edilemeyeceğini savunan konuşmalarını hatırlıyorum.
Aydın Gün'den Ruhi Su'ya haksızlıkGelen haberler hiç iç açıcı değil. Seyirci Ruhi Su'nun türkülerini, sesini yadırgıyormuş. Yapımcımız Hürrem Erman, sıradan bir sinemacının etkisinde kalıp paniğe kapılıyor.
Film, o dönemin belki de en pahalı filmi. Parayı kurtarma telaşına düşen Hürrem Bey, o güne kadar harcanan tüm emekleri gözardı ederek filmin türkülerini değiştirmeye, bir başkasına söyletmeye karar veriyor. Piyasa ağzıyla söylenen türkücülerden birine söyletse gene anlayacağım. Seçtiği yeni türkücü başka bir operacı, Aydın Gün.
EŞEKLİ İLK CİNSEL DENEYİMTepelerde, kırlarda dişi eşek arar, sahibi yakınlarda mı diye bir bakılır, her ihtimale karşı sağa sola gözcü konurdu. Eşeğin namusu doğal olarak sahibinin namusu demekti. Sonra çifte atmasın diye, bel kayışıyla eşeğin arka ayakları bağlanırdı. İşin herhangi bir tehlikeyle karşılaşmadan sonuçlanması için eşeğin başının bir başkası tarafından sıkıca tutulması gerekirdi. Sevgili namzedi, boyuna göre bir taşın, bir kayanın üstüne çıkıp pantolonunu indirirdi. Midemin bu işe girişmeye asla izin vermediğini, bu nedenle ilk cinsel ilişkimin epey geciktiğini söylemeliyim.
HİÇ KURAMSAL SİNEMA KİTABI OKUMADIM50 yılı aşan sinema yaşamımda, bütün isteğime rağmen bir tek kuramsal sinema kitabını bile okumayı başaramadım. Okuyamadığım ikinci tür de mizah yazıları, mizah dergileri, öykülerdir. Bu halimin bilimsel bir açıklamasını bilen varsa yardımını rica ederim.
DAMAT SAHTE KÜRTYaşar Kemal'in yalancısıyım. Ayşe'yle (Şasa) evleneceğim zaman, İstanbul'da yaşayan Kürt ileri gelenleri, Ayşe bir Türk'le evleniyor diye epeyce bozulmuşlar. Onun üzerine Yaşar göğsünü gere gere, 'Yanılıyorsunuz arkadaşlar' demiş. 'Damadımız özbeöz Kürt'tür.' Yaşar, 'Kürt olduğunu duyunca bayağı rahatladılar' demişti. Gerçekten de baba tarafım Elazığ'ın Palu ilçesindendir. Anne tarafım Urfalı. Ayşe benimle káh 'proleter Kürt,' káh 'asimile Kürt' diye dalga geçip dururdu.
YILMAZ GÜNEY'Lİ MACERALARKumarhanedeki kumarbaz tanıdığım Yılmaz değil
Kumarhanenin açılışına da gittim. Orada gözlediğim Yılmaz Güney, tanıdığım, sevdiğim, sanatçı Yılmaz Güney değildi. O naif, sevecen, sanatçı Yılmaz gitmiş, yerini gergin, tedirgin, lümpen bir kabadayı namzedine, bir baba namzedine bırakmıştı.
Geceyarısı kapı çalındı yanında Ajda Pekkan’la geldi
Bir gece saat geceyarısını çoktan geçmiş olmalı, kapı çalınıyor. Gelen Yılmaz. Yanında hiç beklemediğimiz bir hanım arkadaş. 'Hoş geldiniz, buyrun' filan diyoruz. Geçip oturuyor, yarım saat sonra kalkıp gidiyorlar. Yılmaz, o gece Ajda Pekkan'la gelmişti. Bu zamansız ziyaretin nedeni, ilkleri bana gösterme alışkanlığı olmalı.
Tangolar'ın yönetmenine 600 bin frank yardım
Paris'te seslendirme stüdyosunda çalışma kopyası ile ses bandını senkron geçerek Duvar'ı izliyoruz. Stüdyonun küçük salonunda üç kişiyiz. Yılmaz, ben, bir de Tangolar ve Güney filmlerinin yönetmeni Fernando Solanas. Solanas, daha ne Tangolar'ı, ne de Güney'i yapmış. Paris'te sürgün yaşıyor. Yılmaz Solanas'a, filmlerini yapabilmesi için parasal destek vaat etmiş. O güne kadar da, ön hazırlıklar için 600 bin frank yardımda bulunmuş. Solanas, Yılmaz'ın peşinden ayrılmıyor.
Antalya pavyonundan kız kaçırıyoruz
Ok yaydan çıkmış bir kere, baskına baskınla cevap vermek lazım, barı basmaya karar veriyoruz. Elimizde filmde kullandığımız tarihi çakar almaz tabancalar, piştovlar, hançerler var. Yılmaz'ın liderliğinde herkes silahlarını kuşanıyor. ‘‘Bizim elimizden kız almak ha’’ deyip pavyona doğru yola çıkıyoruz. Gelişimiz
haber alınmış olmalı. Pavyona dalıyoruz ki ortada orkestra elemanlarının dışında kimsecikler yok. Kavga için biriktirdiğimiz enerji açıkta kalıyor. Yılmaz orkestraya bir halay çalmalarını emrediyor. Mendilini çıkarıp başa geçiyor. Orkestra tek bildiği havayı çalmaya başlıyor: ‘‘Lorke.’’ Şöyle bir saat kadar halay çekip birikmiş enerjimizi boşaltarak otele dönüyoruz. Antalya'nın kabadayılarında iş olmadığına karar veriyoruz. Kaçırdığımız kız, filmin sonuna kadar bizimle kalıp ekip otobüsüyle İstanbul'a dönüyor.