Güncelleme Tarihi:
Â
Westerwelle, Ankara'da yaptığı açıklamada, Almanya'nın Türkiye'nin AB üyeliÄŸiyle ilgili verdiÄŸi sözü tutacağını söyledi ve ekledi:                                                                  Â
"Ben burada kısa pantolonlu turist olarak bulunmuyorum. Burada Dışişleri Bakanı ve federal hükümet adına konuşuyorum. Ne söylüyorsam odur."
İrem Köker YAZIYOR |
İlk bakışta Türkiye'de memnuniyetle karşılanan bu sözler, Alman Başbakan Angela Merkel'in bugüne kadar bu konuda takındığı tutuma tezat teşkil ediyor gibi  görülebilir.
Ancak baÅŸka bir açıdan bakıldığında ise bu sözler, Merkel'in her seçim öncesi Berlin'deki Türk mahallesine gidip dönercileri ziyaret ettiÄŸi, hatta döner kestiÄŸi "döner diplomasi"sinin bir uzantısını teÅŸkil ediyor.              Â
Almanya'da yaklaşık 3 milyon Türk'ün yaşadığı ve bunların 700 bin civarının oy hakkının bulunduğu göz önüne alındığında politikacıların da döner kesmesi ya da "sözlerini tutma" sözü vermesi çok da şaşırtıcı değil.
Alman politikacılar, Türkiye konusunda dengeli bir politika izlemek istiyorlar.
Bir yandan Türkiye, Alman basının da dediği gibi, küstürülmemesi gereken bir ülke, diğer yandan da Alman seçmenin oy eğilimine etki edebilen bir konu.
Örneğin, Almanya'da yapılan bir araştırma, 2009 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde partilerin Türkiye'nin olası bir AB üyeliğiyle ilgili görüşlerinin seçmenin üçte birinin oy kararını etkilediğini ortaya koydu.
AB'NİN SÖZÜ
Türkiye meselesi, Avrupa'da ve özellikle de Fransa ile Almanya'da çok tartışılan bir konu olmayı sürdürüyor. Görünüşe göre bu durum bir süre daha bu böyle kalacak.
Türkiye'nin AB üyeliği söz konusu olduğu zaman da Merkel'in ortaya attığı "imtiyazlı ortaklık" önerisi, ısıtılıp ısıtılıp Ankara'nın önüne konacak.
Almanlar, Westerwelle'nin de dediği gibi dakiklik ve disiplinin yanısıra "sözünün eri" olarak da biliniyor. Ancak burada önemli olan hangi sözün tutulacağı.
Çünkü AB, 2005 yılında müzakereleri başlatırken Türkiye'ye daha önce hiç yapmadığı birşeyi yaparak, iki farklı söz verdi.
Bu çelişkili durumun farkına varabilmek için Türkiye ile görüşmelerin yol haritası niteliğindeki resmî AB "Müzakere Çerçeve Belgesi"ne bakmak yeterli.
Bu belgenin ikinci maddesinde şu ifade yer alıyor:
"Müzakerelerin ortak hedefi üyeliktir. Bu müzakereler, sonucu önceden garanti edilemeyen ucu açık bir süreçtir. Birliğin [Türkiye'yi] hazmetme kapasitesi de dahil, tüm Kopenhag kriterleri göz önünde bulundurularak, Türkiye’nin üyelik yükümlülüklerini tam olarak üstlenecek durumda olmaması halinde Avrupa yapılarına mümkün olan en güçlü bağlarla kenetlenmesi sağlanmalıdır."
ANLAMI NE?
Bu paragraf, belgenin belki de en kritik yeri. Çünkü burada AB müzakerelerin ortak hedefinin üyelik olduğunu söylüyor.
Yani bu cümle, Türkiye'nin "AB verdiği sözü tutsun" çağrısının da hukuki dayanağını oluşturuyor.
Ancak esas önemli olan paragrafın devamı. Çünkü burada AB, ilk defa Türkiye ile Hırvatistan'la müzakereleri başlatırken Birliğin "üye ülkeyi içine alabilme kapasitesini" de bir kriter haline getirdi.
Hırvatistan nüfus, ekonomi ve yüzölçümü açısından AB'nin kapasitesini zorlayabilecek bir ülke değil. Dolayısıyla bu kriterin Türkiye için getirildiği çok açık.
İkinci ve daha önemli bir nokta, aynı paragrafta AB'nin bir başka söz daha veriyor olması. AB, müzakerelerin başarısız olması durumunda Türkiye'nin "Avrupa yapılarına mümkün olan en güçlü bağlarla kenetlenmesi" gerektiğini söylüyor.
Bir diğer deyişle, Merkel'in "imtiyazlı ortaklık" önerisi AB belgelerine girmemiş olsa da bu yönde yorumlanabilecek bir tanımlama mevcut.
Dolayısıyla, belgede de belirtildiği gibi önce Türkiye kriterleri yerine getirecek, ardından AB kendi yapısının Türkiye'yi almaya uygun olup olmadığına karar verecek.
Eğer bu iki adımda da olumsuz sonuç çıkarsa o zaman Türkiye, Avrupa'ya en güçlü bağlarla bağlanacak. Sonuçta da AB ve Almanya vermiş oldukları sözü herhalükarda tutmuş olacak.