OluÅŸturulma Tarihi: Mart 26, 2001 00:00
Tozlu sözcükler Geçen yılların fazlalığı mı? yoksa üstümdeki -bir çeşit ilk günah sayılabilecek- bu yükten kurtulma isteği mi? tüm bunları anlatmaya zorlayan emin değilim. Belki de kendi içinde varolabilen bir örgü mümkün olmadığı için, sona tamamlanma isteğinden başka bir şey değil. İnsanın yaşamına bir zaman ve yerde giren bir kişi - bir düş veya ne olarak adlandırılırsa o'nun, bir başka yer ve zamana -o'nun içinde- yaptığı yolculuğun sonlanması, başlayan şeyin bitmesi gerekir. İçimdeki o yolcunun ne zaman ve nerede bindiğini anımsamak da, ayrımsamak kadar zor geliyor bugün. Büyük ve büyülü olduğunun dışında. İstanbul'a ilk geldiğim yıllardı. Yaşadıklarımın bir sonu olacağı düşüncesinin, körlükle yoksandığı yaşlardaydım. Beyazıt kütüphanesi o zamanlarda hala oldukça bakir ve el değmemiş halde idi. Topu topu üç memurduk kütüphaneyi düzenlemek ve bir arşiv sistemi oluşturmakla sorumlu olan. Ben daha çok geceleri çalışmayı tercih ediyordum. Gündüz gelen ziyaretçiler her ne kadar çok olmasalarda, gecenin sessizliği benim için biçilmiş kaftandı. Kütüphane müdürü bazı geceler çalışmama ertesi gün mesaide uyuklamamam şartı ile sesini çıkarmıyordu. Kızıl güneşin Süleymaniye'nin minareleri arasından dünyanın öbür tarafında doğru geçip giderken sessizce getirdiği gecelerde, sadece tek bir bekçinin kaldığı binada en eskisi 850 yıllık olan kitaplar arasında olmak, hayatımın yegane ereği idi. Eskimiş, eprimiş, el yapımı -çoğu ceylan ve
oÄŸlak derisi- ciltlerden yükselen rahiyayı tüm benliÄŸimle duyduÄŸum o uzun gecelerde -en azından savaÅŸ yıllarından ve eskiden kullanılan dilin deÄŸiÅŸtirildiÄŸi zamanlardan beri- kimsenin elini sürmediÄŸi kitapları teker teker kutularından çıkarıp, ciltlerini temizleyip, içini açıp kitap hakkında bir fikir ediniyor ve arÅŸive kaydediyordum. Ä°stanbul'un iÅŸgali yıllarında, Osmanlı'nın, savaÅŸ ganimeti, ata yadigarı veya yabancı ülkelerin hediyesi olan deÄŸerli eÅŸyaları paketleyip gizlice Anadolu'ya gönderdiÄŸi sıralarda, kütüphane müdürü de kitaplardan önemli bulduÄŸu bir kısmını, tek başına Anadolu'ya yollamayı baÅŸarmıştı. Bunların arasında yeryüzünde tek kopyası bulunan orijinal el yazmaları ve minyatürler, gravürler, -Gutenberg basımı- Saray'a hediye edilmiÅŸ kitaplar ve ondan iki yüzyıl sonra Ä°brahim Müteferrika tarafından basılmış olanlar, kutsal kitaplar, ilim ve teoloji kitapları, büyü ve astronomi kitapları, seyyahlar tarafından tutulmuÅŸ notlardan oluÅŸan gezi ve gözlem kitapları, kiÅŸisel anı kitapları, hikaye ve efsaneler, Ayasofya ve Selimiye ait yövmiye ve vakfiye defterleri, Saray'ın bütçe kayıtları olduÄŸu anlaşılan bazı tahrirler, vakanüvislerin tuttuÄŸu yıllıklar, kadılara ait defterler, ÅŸehremaneti imar ve yangın kayıt kuyudatları ile litografiler ve bazı çizimler vardı. Çok kısa sürede gerçekleÅŸtiÄŸini tahmin ettiÄŸim bu iÅŸ sırasında tabi ki bazı kitaplar zarar görmüştü. Kütüphane yıllığında hafız soyundan geldiÄŸi ve emekli bir öğretmen olduÄŸu yazan kütüphane müdürünün tek başına vermiÅŸ olduÄŸu anlaşılan bu kararı nasıl uyguladığı ve kitapları nereye götürdüğüne dair bir iz dahi yoktu. Gerçek olan, adam kitapları her ÅŸeyden çok sevmiÅŸti. Emekli Bekçi Murtaza'nın, kendi gibi bekçi olan babasından duyduÄŸuna göre kütüphane müdürü Ä°stanbul'un iÅŸgal edildiÄŸini öğrendiÄŸi gün saçlarının kökleri bir gün içinde bembeyaz olmuÅŸ ve kütüphanenin kapılarını kapattırarak üç gün boyunca bekçi ile içeride beklemiÅŸti. Daha sonra Ä°ngilizlerin kütüphaneden çok daha farklı yerleri iÅŸgal ettiÄŸini gördüyse de kısa süre içinde arka sokaktaki marangoza ahÅŸap sandıklar yaptırtmıştı. Bekçi ile birlikte kitapları sandıklara bizzat kendisi yerleÅŸtirmiÅŸti. Ä°lginç olan ise, bekçi dahil kitapların nereye gideceÄŸini kimseye söylememiÅŸti. Kimbilir Anadolu'nun hangi köşesinde -belki eski bir kasaba istasyonunda ya da bir çiftlikte-, kaç yıl boyunca, boyunları eÄŸik unutulmuÅŸ olarak, kaderlerini beklemiÅŸ bu zavallıcıklar her nasıl olduysa, iÅŸte yıllar sonra geri dönmüşlerdi. Bundan üç yıl önce ansızın 1925 model bir desoto kamyonun içinde geldiklerinde, kimse nereden, kim tarafından ve neden yollandığını anlayamamıştı. Kamyon ÅŸoförü sağır dilsiz, kavruk yaÅŸlı bir adamdı ve tüm sorulara kafa sallayıp ve devamlı sigara istemekten öte bir ÅŸey yapmamıştı. Giderek, bu kararmış ve küf kokan onlarca ahÅŸap sandık içinde bekleyen kitaplara, hayatımın önemli bir kısmını hatta sanırım tamamını adar olmuÅŸtum. Kütüphaneden sadece haftada bir kere -o da etrafımdakiler rahatsız olmasın diye, önce pansiyona ordan da CaÄŸaloÄŸlu hamamına gidip yıkanmak amacı ile- çıkıyordum. Mevsimde bir, güzel bir hava yakaladığımda da, Eminönüne inip, BoÄŸaz vapuruna binerek karşıya geçiyordum. Vaniköy'de oturan teyzemi ziyaret edip dönüşte Kız kulesine yakından bakmak için Harem'e kadar gelip arabali vapurla geri dönüyordum. Bir süre sonra kelimeleri hatırlamakta güçlük çekiyordum. Aslında kafamın içinde Arapça, Osmanlıca, Farsça, Türkçe, Latince ve Zazaca ve diÄŸer dillerden binlerce sözcük uçusan bir karışım halinde idiler. Yine de vapurdaki biletçiye parayı uzatırken aÄŸzımdan çıkan 'ııh' gibi anlamsız ve ilkel bir takım seslerden öte bir kelime etme baÅŸarısını gösteremediÄŸim zamanlar oluyordu. Kitaplar ve sözükler zihnimin hücrelerine can veriyorlardı. Onların dışındaki hayat benim için bir fondu. Kitaplardaki el deÄŸmemiÅŸlik ve bugün artık olmayana temas etmenin verdiÄŸi biriciklik duygusu, tüm bunları birileri ile paylaÅŸma ihtiyacını bile ortadan kaldırıyordu. Ä°nsanlarla iliÅŸkim, yarı gömük kütüphanenin, yarım arşınlık, kirli ve çoÄŸu zaman buÄŸulu camının önünden gelip geçen ÅŸemsiyeli kadınlara, mekteplilere, memurlara, seyyar satıcılara ve diÄŸerlerine bakmak, sadece gözlerimi dinlendirmek için bakmakla sınırlanmıştı. Kitaplar arasında geçen vaktin, hayatın bana verebileceÄŸinden çok daha fazlası olduÄŸunu biliyordum. Ve bir gün yine bu hazzın, hayatın benden alabileceÄŸinden çok daha fazlasını aynı sebeple alacağını da hissediyordum. Ne pahasına olursa olsun geriye dönüp bakan Lüt'un kadını gibi ne için ve kimbilir neler hissederek yazıldığını birer birer keÅŸfetmeye çabaladığım bu kitaplara gömülmekten kaçınamıyordum. Bu kitapların arasında yeryüzünün çeÅŸitli yerlerinden çeÅŸitli zamanlarda göç ettirilmiÅŸ kayıp halkların kayıp dillerinde yazılmış olanlarla karşılaşıyordum. Bazen üstünde günlerce düşündüğüm bir sözcük sonunda beni rüyamda yakalıyor ve orda açığa çıkıyordu. Bu bir sözcük o zaman iÅŸte bütün sözcükler oluyordu. Sözcüklerle kavranılması güç olan bir duyguyu sözcüklerle yaşıyordum. Bu bir tek sözcüğün bildiÄŸim ve bilmediÄŸim, ilk insanların dahi konuÅŸurken kullandıkları, yeryüzünde bir zaman varolmuÅŸ tüm dillerdeki anlamını kavradığımı biliyordum artık. Tek solukta geçtiÄŸini sandığım gecelerin sabahında, tam kuÅŸluk vakti, tan sökerken yarım saat uyuyordum. Uyandığımda dünyanın öbür tarafı yüzünden göremediÄŸimiz güneÅŸin ilk ışıkları ile birlikte uyudukları çatılarda çırpışan güvercin ve martılar yine çığlık çığlığa bir mücadeleye giriÅŸirlerdi. Tüm bunlar sözcüklerle örülü bir muhayilenin boÅŸta kalan kıvrımlarında saklanan tozlar. Burada anlatabildiÄŸim ise korktuÄŸum gibi hiçbirÅŸey. Ben ve beni oluÅŸturanlar artık ayrılamazlar ve nasıl geldiÄŸini hatırlamasam da anlatılması gerektiÄŸini biliyorum. Ancak sözcüklerin, anlatmaya yazıldıkları ÅŸeylerin ötesine geçtiÄŸimi farkettiÄŸimde artık çok geç kalmıştım. Haldun E. Akçakoca 26 Mart 2001, Pazartesi Â
button