Güncelleme Tarihi:
İslam araştırmalarıyla tanınan sosyolog Gilles Kepel'e göre Avrupa'daki hava değişebilir
Alfred Grosser
Türkiye kaskatı yerinde duruyor
Alfred Grosser'i öğrencilik yıllarımdan tanıyorum.
Paris Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde hocamdı. Fransa'nın en tanınmış Almanya uzmanıdır Grosser. O, Alman-Fransız yakınlaşmasının mimarlarından biri olarak tanımlanabilir.
Kendisine, ‘Lüksemburg kararlarını Almanya mı yönlendirdi?’ diye sorduğumda sözü kesiyor ve ‘Türkiye’nin, Avrupa Birliği'ne alınmasını istemeyen Fransızlar arasında ben de vardım' diyor. Ermeni ve Kürt meseleleri ortada dururken Türkiye'nin tam üyeliğinin söz konusu olamayacağını söylüyor. ‘Bütün dünya tarihiyle hesaplaşıyor, bir tek Türkiye kaskatı yerinde duruyor’ diyor. Grosser, diktatörlükten çıkan Yunanistan ve Portekiz'in üyeliğini desteklemiş. Avrupa'da demokrasinin korunması adına. Bu arada Avusturya, İsveç ve Norveç'e hiç koşulsuz kapıların açılmasına karşı çıkmış.
Söz dönüp dolaşıp tekrar Almanya'ya geliyor, Almanya'nın Avrupa içindeki ağırlığını da reddediyor Grosser; ‘Birleşmeden sonra herkes Almanya’nın çok güçlendiğini sanıyor. Halbuki birleşme Almanya'yı zayıflattı. Bunu anlamak için ekonomik göstergelere bakmak yeterli' diyor. O'na göre, Avrupa Birliği Orta Avrupa ülkelerine karşı riyakâr davranıyor. Bu ülkelerin yerine getiremeyeceği koşullar öne sürüp oyalıyor. Yani, bu gözle bakılırsa Lüksemburg'ta alınan genişleme kararı, Lüksemburg Başbakanı'nın dediği gibi tarihle coğrafyanın birleşmesi değil. Genişleme çok kolay olmayacak.
Görüştüğüm pek çok Fransız'ın aksine Alfred Grosser için Akdeniz Avrupası fikri de pek ön planda değil. Hafif alaycı bir tavırla ‘nedir Akdeniz politikası. Sadece birkaç söz, diyor. Röportaj sırasındaki konuşmalardan anladığım kadarıyla Grosser’in gözünde, üyeliğini çok desteklediği Yunanistan'ın Avrupa Birliği'ne girdikten sonraki hal ve gidiş notu pek parlak değil. ‘Yunanlılar’ın AB'ye girmelerinin tek bir yararı oldu. O kadar çok veto koydular o kadar çok tahammül edilmezdiler ki sırf onların yüzünden Thatcher bile Avrupa kararlarının oybirliği yerine oy çoğunluğuyla alınmasını istedi' diyor.
Türkiye'yi dışlayan Lüksemburg kararlarının ardından üye ülkeler topu Almanya ve Yunanistan'a atıyor. Özellikle Fransa'da ‘Jacques Chirac, Türkiye için çaba harcıyordu. Ama sonuç alamadı’ görüşü çok yaygın. Türkiye-Avrupa dosyasını yakından izleyen araştırmacı Jean-François Bayart bakın bu konuda ne diyor:
‘‘Lüksemburg kararları Almanya'nın katı tutumuyla ortaya çıktı. Türkiye-Avrupa dosyasını izleyen gözlemciler, son ana kadar Şansölye Kohl'ün, Türkiye'yi destkeleyen Fransa ve İtalya'nın gerekçelerini kabul edeceğini düşünüyorlardı. Ancak içerde siyaseten çok zayıflayan Kohl'ün risk almak istemediği görüldü. Alman kamuoyu, Türk göçünden ürküyor. Buna benzer bir paranoya da Cezayirliler'e yönelik olarak Fransa'da var.’’
Bir paranoya mevcut ise bu nasıl oluşur? Almanya bir ‘öteki’ yaratma ihtiyacında mı? İslam üzerine çok yönlü araştırmalarıyla tanınan Fransa'nın genç kuşak sosyologlarından Gilles Kepel, Lüksemburg kararlarının alınmasında Almanya'nın oynadığı rolün belirleyiciliğine inanıyor. Peki neden? ‘‘Almanya, Türkiye'yi göçmen işçilerin prizmasından görüyor. Yani Almanlar, modern Türk elitlerini, girişimcileri ve de ülkenin dinamizmini bilmiyorlar. Almanya'da yaşayan Türkler ise sadece problem anlamına geliyor. Bu gözle bakınca Türkiye, getireceği katkılarla değil, yol açacağı sorunlarla değerlendiriliyor. Bu psikolojiyi anlamak için Almanya'nın vatandaşlık kavramını nasıl tanımladığını bilmek gerekir. Alman yasaları çifte vatandaşlığı kabul etmiyor. Almanya'da doğmuş, Almanca'dan başka dil bilmeyen bir gence vatandaşlık verilmiyor. Eğer bu genç Türk ise Alman vatandaşı olabilmesi için Türkiye ile ilişkisinin kesilmesi gerekiyor.’’
TÜRKİYE KENDİNİ TANITMADI
Gilles Kepel'e göre, Almanlar için bu kavram çok önemli. Çünkü bu tanım, kendileriyle Türkiye arasına bir sınır çekme imkanı veriyor. Yani Almanya'da Türkler'in kentlileşmesi (yerleşik hale gelmesi) ancak ulusal ayırımcılıkla mümkün olabiliyor. Dolayısıyla sorun, ‘Alman kimliğinin tanımı’ sorunu. Kepel, bu kimlik meselesinin tek para (Euro) konusunda da gündeme geldiği görüşünde. ‘Herkes İngiltere’nin Euro'yu istemediğini sanıyor. Oysa asıl tepki Almanya'dan. Almanlar, Euro'ya güvenmiyorlar', diyor.
Alman kimliğinin tanımına ilişkin derin izler bütün bir Avrupa mimarisini nasıl etkilebiliyor? Örneğin, Almanya'dan çok farklı bir vatandaşlık tanımı olan Fransa, bu noktada nasıl sessiz kalabiliyor? Tabii eğer samimi ise! Gilles Kepel'in bu soruya getirdiği yanıt şöyle: ‘‘Avrupa kararlarında göze çarpan bir centilmenlik anlaşması var. Herhangi bir problemle karşı karşıya olan bir AB ülkesi, o sorunla ilgili Avrupa politikasını tayin ediyor. Bu değerlendirmeye göre Türkiye bugün, Almanya'daki Türk nüfusu nedeniyle bir Alman meselesi haline gelmiştir.’’
İki milyon insanı söküp atamayacağımıza göre Türk-Alman ilişkileri hep Almanya'daki işçiler eksenine mi yapışıp kalacak? Kepel, bu konudaki görüşlerini açıklarken de ‘‘Avrupa'dan bakınca, İstanbul, Ankara ve İzmir, Avrupa'ya yakın bölgeler. Asıl mesele Anadolu'nun demografisi. Avrupa'daki iktidarların perspektifinden değerlendirince, Erbakan'ın iktidara gelmesi, göç, Kürt sorunu vs. gibi nedenlerden, Türkiye'nin Avrupalaşan yüzü giderek tartışılır hale geliyor. Bence zaman içinde Avrupa'nın bu yöndeki değerlendirmesi değişebilir. Ancak bunun gerçekleşmesi için Türkiye'ye neden ‘hayır' denildiğinin iyi tespit edilmesi önemli. Dinamik Türkiye ve Türk elitleri bu sorunları doğru tanımlayıp çözüm için aktif rol oynarlarsa çok şey değişebilir’’ diyor.
Kepel, Türkiye’nin bir imaj sorunu olduğunu düşünüyor ve ‘Türkiye, Amerika’da çok iyi bir imaj yarattı. Avrupa da ise kendisini hiç tanıtmadı' şeklinde konuşuyor.
İYİ VE KÖTÜ NİYET
Almanya'nın yaşadığı ‘güven problemi’ bir ortak Avrupa kimliği yaratma projesini torpilleyecek mi? Ya da çeşitli nedenlerle Türkiye'yi dışlayan Avrupa'nın ortak kimliği nedir?
Yakın zamana kadar ünlü sosyolog ve araştırmacı Alain Touraine'in yönettiği ‘Sosyolojik Analizler Merkezi’nin (CADIS) bugünkü direktörü Michel Wieviorka'yla Lüksemburg kararlarını konuşurken kendisine bu soruyu yöneltiyorum. Wieviorka'dan aldığım yanıtlar şöyle: ‘‘Avrupa'da, çok zayıf bir ortak kültürel aidiyet bulunuyor. Avrupalılar'ın çoğu AB'yi, bir ekonomik, politik ve jeopolitik ihtiyaç olarak görüyor. Ancak bir Avrupalı'ya senin kimliğin nedir sorusu yöneltilse, ‘Avrupalıyım' demeden önce pekçok şey sıralar. Fransızım, dindarım, beyazım veya belli bir yörenin inasanıyım, der. Arupa'ya yönelik bir kültürel referans çok azdır. Hiç yoktur, demiyorum.’’
Bunun çeşitli nedenleri olduğunu belirtiyor Wieviorka. Ülkelerin tarihine göre değişen bir gerçek bu. ‘‘Her ülke kendi kültürel aidiyeti ile politik kurumları ve ekonomik yaşamı arasında bir uyum ister’’ diyor:
‘‘Bir Fransız için Fransız olmak, hem bir ulusal kimlik, hem çarkları dönen bir Devlet'in mensubu olmak hem de ekonomik yaşama katılmaktır. Bu sistem, ulus-devlet gerçeğinde sorunsuz işlemekteydi. Bugün insanlara, politik ve ekonomik yaşam Avrupalılaşıyor demek mümkün. Ama kimliğin Avrupalılaşacak dendi mi? Burada kültürel kimlik çatlıyor. Çünkü bunun karşılığını bulmak henüz çok zor.’’
Michel Wieviorka bu boşluktan yararlanıp, Avrupa’nın, Hıristiyan değerleriyle tanımlanamayacağını söylüyor. Bu noktadan hareketle Türkiye'nin Avrupa'ya katılımı tartışmasını yorumlarken ‘‘Bu mesele, Avrupa'da çok çeşitli gerekçeleri ortaya koydu. Bu gerekçelerin kimisi iyi niyetli kimisi ise kötü niyetliydi. İyi niyetli gerekçeler kötü niyetli olanları örtmeye yaradı’’ yorumunu yapıyor.