Güncelleme Tarihi:
Ne Yılmaz Capon... Ne Yılmaz Hood...
Bu yazı seferi vaziyette, Kolonya şehrinde kaleme alınmıştır.
Değerli dostum Yağmur Atsız ile ‘‘Lumpen’’ sözcüğünün anlamını Almanca sözlüklerde aradık, Türkçe'de kullanıldığını sandığım anlamda sadece ‘‘paçavra’’ karşılığını bulabildik.
Bunun üzerine belleğime başvurdum ve Karl Marx'ın, tarafımdan çevrilen ve M.E. imzasıyla 35 yıl önce yayımlanmış olan Fransa'da Sınıf Mücadeleleri adlı mizah dolu incelemesini anımsamaya çalıştım. Karl Marx, proletaryadan ayırmak için insan toplumunun en niteliksiz ve en aşağı kesimine Lümpen-proletarya adını vermiştir.
ÖNCÜ VE YENİLİKÇİ
Lümpen-proletaryayı işsiz, mesleksiz bir insan güruhu oluşturur. Bu güruh öylesine umutsuzdur ki, önüne atılan her kemik için ruhunu ve bedenini satar. Faşistle faşist, devrimciyle devrimcidir.
Yılmaz Pütün (Güney), işçi-köylü sınıfından geldiği ve bu güruhun belirleyici özelliği olan sadakatsizlikle tanışık olmadığı için ‘‘Lümpen’’ olamaz.
Yılmaz Güney yalnızca, Orhan Kemal ödülü alan ‘‘Boynu Bükük Öldüler’’ adlı romanıyla edebiyat tarihimizin modern klasikleri arasına girmiştir.
Yılmaz Güney'e büyük sinemacı demek bana düşmez. Sinema tarihi böyle tanımlıyor onu. Yılmaz Güney, toplum düzenini değiştirmek istemiş, devrimci eylemiyle yanılmış, kötü bir solcu da olabilir. Hatta, liderlik yanılsamasına kapılmış bir saf insan da olabilir. Yanılgı ve yenilgi romantizmin şanındandır.
Yılmaz Güney'in insan, yazar ve sinemacı niteliklerini ancak eleştirmenler ve yorumcu sosyal psikologlar değerlendirebilir. Başta Fethi Naci olmak üzere edebiyat eleştirmenlerinin büyük bir çoğunluğu onun büyük bir yazar olduğunu kabul ediyor.
Sinema eleştirmenleri ve tarihçileri onun öncü ve yenilikçi bir büyük sinema adamı olduğu düşüncesini paylaşıyor.
Sanatsal yaratıcıların özel hayatlarının özellikleriyle, sanatsal düzeyleri her zaman örtüşmeyebilir. Bunun yüzlerce örneği var. Burada saymak gereksiz.
UTANÇ DÖNEMİNİN ÖZETİ
Yapılan filmin konusu Yılmaz Güney'in insani zaafları değildir.
Bir insanı öldürmek, nedeni ne olursa olsun, bağışlanamaz. Cinayetin ‘‘adi’’si ile ‘‘siyasi’’si arasında tartışılabilir, ya da tartışılamaz gibi bir fark varsa, o zaman cinayet eyleminin kendisi, tıpkı intihar gibi, felsefi bir olguya dönüşür. Bu nedenle katili ‘‘basit’’ ve ‘‘basit olmayan’’ diye sınıflara ayıramazsınız.
İnci Aral hiçbir gerçeği gizlememektedir. ‘‘Yumurtalık olayı’’ tanımlamasıyla dilin simgesellik yönünden yararlanıp bir gerçeğe metafor yoluyla gönderme yapmıştır. Tıpkı ‘‘31 Mart olayı’’ gibi. Tıpkı ‘‘Cimbom’’un Galatasaray anlamına gelmesi gibi. ‘‘Yumurtalık olayı’’ tanımlamasını yapan kişi, Türkçe'den bütünlemeye kalmış bir tembel öğrenci değil, yapıtları yabancı dillere çevrilmiş seçkin bir romancıdır. Böyle bir metafor yaparak dili lümpenleşmekten kurtarmaktadır.
Yılmaz Güney'in tanık olduğumuz trajik yaşamı bir utanç döneminin masum sayılmayacak özetidir. Costa Gavras bir hayatı okuyup anlama eyleminin bir yapısal çözümleme olduğunu bilen bir başka büyük sinema adamıdır. O çözümleme yapıldığı zaman, kimbilir ‘‘hepimiz suçluyuz’’ sonucuna varılacaktır.
Yazarları ve sanatçıları rahat bırakalım, işlerini yapsınlar. Yılmaz Güney hakkında kararı, tarih ve sanat tarihi vermiştir, verecektir.
İnci Aral ile Costa Gavras'ın çalışmaları henüz başlangıç noktasındadır. Bu çalışmayı şimdiden mahkum etmek lümpence bir davranış olmaz mı?
Sonuçta değerlendirmemiz gereken Yılmaz Güney'in günahları değil, ortaya çıkacak olan filmdir.
Bir kutsal kitap şöyle der: ‘‘Sakın yargılama, çünkü yargılanacaksın!’’