Güncelleme Tarihi:
Bizi evinin kapısında karşılıyor Dr. Gülseren Budayıcıoğlu… Daha sonra, bunun bize özel olmadığını, bugüne kadar baktığı yüz binlerce hastasının her birini böyle karşıladığını anlatacak. Ama önce İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarının Ankarası’na gidiyoruz. Sene 1947. Gülseren Budayıcıoğlu, orta halli memur bir ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya geliyor. Babası Şeker Fabrikaları için çalışıyor. Annesi ev hanımı. Budayıcıoğlu, ilk çocuk olarak doğuyor ama hemen bir buçuk yıl sonra doğan kardeşiyle evin ‘ikinci annesi’ konumuna geldiğini söyleyerek başlıyor anlatmaya: “Annem 18 yaşını bitirmeden beni doğurduğundan beraber büyüdük. Çocukluğum kısa sürdü. Evin ablası ve küçük annesi tarafına hemen geçirildim. Beş yaşımdayken erkek kardeşimiz doğdu. Evimiz Cebeci’de küçük bahçeli, mütevazı bir evdi. Annem çok becerikli bir kadındı. Babam da hakiki bir Ankaralıydı. Her sabah annem kravatını bağlar, siyah fötr şapkası ve kaşmir paltosuyla işe giderdi. Akşamları sofralar kurulur, camda babamın gelmesini beklerdik. Akşam yemeklerinin ailece yenmesi çok önemliydi.”
‘ANNEM ÇOK OTORİTERDİ’
Budayıcıoğlu, “Çok mutlu bir çocukluktu…” diye devam ediyor: “Hayat çok heyecanlıydı. Ülke hızla uygarlaşırken biz de sürekli yeni şeylerle tanışıyorduk. Eve giren her şey çok değerliydi; yiyecek, içecek… O zamanın en kıymetli değeri sevgi, saygı ve şefkatti. Babam aileyi haftada bir sinemaya götürürdü. O büyük lükstü. Biz çok küçük şeylerden mutlu olmayı öğrenirdik. Bunlar bugünün insanını mutlu etmiyor… Annem otoriter bir kadındı. Hayatımızda çok kural vardı. Gözüne bakınca anlardık; misafirliğe gittiğimizde nasıl oturulur, kalkılır, kaç çikolata alınabilir bilirdik. Ben de evin ‘sorumlu kişi’si olduğumdan gözüm kardeşlerimin üzerinde olurdu. Bir gün bir doğum günü partisinden annem beni çağırtmıştı, ‘Kardeşinin sınavı var, sen neden dışarıdasın!’ diye. Koşarak gözüm yaşlı eve gelmiştim, çok içimde ukde kalmıştı…” Mahalledeki devlet okulundan sonra TED Ankara Koleji’ne girdi. En büyük merakı kitaplardı… Bir de insanları incelemeyi seviyordu… Budayıcıoğlu, “Herkesin özelliklerini keşfetmeye çalışırdım; bu neden başka konuşuyor, ne iş yapıyor, gülüşü neden farklı? Bir de evlere çok merakım vardı. Gözüm hep evlerde; içerideki hayatları, duyguları hissetmeye çalışırdım. Bunu halen yapıyorum” diyor.
‘YAYIN PERUĞUYLA SINAVLARA’
Evin ‘sorumlu kişi’sinin meslek olarak ne yapacağı da belliydi… Aslında gönlü Siyasal Bilgiler’de okuyup diplomat olmaktan yanaydı. Ancak annesi yıllar önce hastanede karşılaştığı beyaz önlüklü bir ‘Doktor Gülseren Hanım’dan esinle kızı Gülseren’in de doktor olmasını istiyordu. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kaydoldu. Tıbbı insanlara emek verme yanıyla çok sevdi. Fakat ‘görev insanı Gülseren’ sıkılıyordu! Bu, ona paralel bir kariyerin yolunu açtı. Dinliyoruz: “Türkiye Radyoları’na spiker alınıyordu. Sınava girdim. Komite başkanı Turgut Özakman’dı. Beni beğendiler, eğittiler. Derslerimle çakışmayan öğleden sonraları küçük stüdyoda bir yandan ders çalışır bir yandan ‘Tınnn, sıra sizde!’ uyarısıyla her şeyi sunardım. Derken ilk televizyon kanalı açıldı. Beni spiker olarak transfer ettiler. Sabah derslerinden sonra otobüsle nefes nefese stüdyolara yetişirdim. Kuaför yoktu, peruğum vardı! Tüm programları ben sunar oldum. Hayatı da kaçırmazdım. Kendimle pazarlık ederek partilere giderdim; ‘Buraya geldin ama yarın sınav var. Ne yapacağız? Uyumayıveririz!’ Ben eğlenir, sonra eve gelip sabaha kadar konuları yutar, sınava girerdim. Başarılı öğrenciydim. Perukla okula gittiğimde sınıf arkadaşlarım ‘Yine perukla gelmiş, kağıdını göremiyor, kopya çekemiyoruz!’ diye kızardı!”
PROF. DR. RIDVAN EGE: YA TELEVİZYON YA FİZİK-TEDAVİ!
Budayıcıoğlu’nun tıp fakültesi ile TV spikerliği arasındaki ikili hayatı son sınıfa kadar devam etti. Artık uzmanlığına karar vermesi gerekiyordu. Çocuk bölümüne kalbi dayanmadı, cerrahi için el becerisi yetersizdi. Deneyimleyemediği tek alan, binası tadilatta olduğundan psikiyatri oldu! Bunun üzerine ‘yufka yüreğine uygun’ fizik-tedavi bölümüne girdi. Ancak burada fazla kalamayacaktı. Gülseren Hoca anlatıyor: “O sırada televizyonda kadrolu memurdum. Tüm Türkiye beni ‘Televizyondaki kız’ olarak tanıyordu. Fakat Ankara Üniversitesi’nin o zamanki rektörü Prof. Rıdvan Ege, ‘İki yerde memurluk olmaz! Bu devam ederse işine son verilecektir’ diye ortalığı ayağa kaldırdı. Ekranda, kim bilir ne zaman çekilmiş bant yayınlarını görüp ‘Bu ne zaman çekildi!’ diye telefonlar ediyor, dedektif gibi peşime takılıyorlardı! TRT’den izin yazım da vardı, yani kaçak iş yapmıyordum ama dayanamadım ve istifa ettim. TRT’den de ayrıldım. Tercihimi tıptan yana kullandım ama kırgındım.”
HACETTEPE’DE İLK KOŞUL
Psikiyatrinin hayatına girmesi bu dönemden sonra olmuş: “O arada evlenmiştim. İhtisas için yeniden sınav beklerken pratisyen olarak SKK hastanesine atandım. Kendimden önce, ‘Televizyondaki kız’ olarak ünüm oraya ulaşmış. Bölüm başkanı Teoman Bey’in beni yanına almasıyla psikiyatriyle tanıştım ve ‘Ben en iyi bu işi yaparım!’ dedim. Birkaç ay sonra ihtisas sınavları açılınca Hacettepe Üniversitesi Psikiyatri Bölümü’ne girdim. Sene 1973’tü. İlk koşulları şu oldu: ‘Televizyon yok! Böyle kötü alışkanlıklardan vazgeçeceksin!’ (Gülüyor) Ben de vazgeçtim... Şimdiki gibi ‘Sen nasıl bunu yaparsın!’ diye üstüme gelinince kırıldım ve bir daha çok uzun yıllar televizyonla hiçbir ilişki kurmadım. Hacettepe’de on yıl doktorluk yaptıktan sonra 1983’te kendi muayenehanemi açtım. O zaman da benim için ‘E açar tabii, televizyonculuğuna güveniyor...’ dediler. Bunu duymak da gücüme gitti. Böyle yaralar var içimde!”
BAŞLADIĞIMIZDA ADIMIZ ‘DELİ DOKTORU’YDU
Gülseren Budayıcıoğlu, muayenehane günlerini “‘Mabedim’ dediğim odamda uzun saatler çalışırdım” diye anlatıyor: “Hacettepe bana mesleği Türk örf ve adetlerine de dikkat ederek yapmayı öğretti. Hastalarımızı annemin misafir karşılamayı öğrettiği gibi bizzat karşılardık. Başladığımda adımız ‘deli doktoru’ydu. Beni Ankara’da ilk bankacılar keşfetti. Sene 1990’lardı. Eskiden ünlüler gelince özel odalarda saklardık; psikiyatriste gelmek utanç kaynağıydı. Türkiye’de bu anlayışın değişmesinde çok katkım olmasının hazzını yaşarım. Kitap macerası Irvin Yalom’la başladı. O kendi ülkesinin hastalarını yazar. Birinin de bizim insanımızı yazması gerekiyordu. Biz psikiyatriyi Batı’dan aldık fakat ülkemizde onlar gibi uygularsak hastayı anlayamayız. Sana ayda bir defa gelebilen adama şefkatle yaklaşmazsan nasıl faydalı olabilirsin?”
‘FEDAKÂR DUYGULU ÇEKİNGEN VE ALINGANIZ’
Peki halkımızın genel psikiyatrik özellikleri nelerdir? Yanıtı: “Her düşüncemizde köklerimizin etkisi vardır. Bizler padişahlık rejimiyle yönetilmiş, kudretli bir devletin çocuklarıyız ama bu totaliterliğin baskısıyla acı ve fedakarlıklarla yaşamışız. Duygulu insanlarız; paylaşmak isterken çevremizdekilerin bizle ilgili duygularını daha çok hissederiz. Alınganız. Çekingeniz. Fedakarız. Derdimizi anlatırız ama sırrımızı anlatmayız. Biz psikiyatristler dedektif gibi olmalıyız. Kişiye iyi hissettirmezseniz perdeyi kaldırmaz ve bir daha gelmez. Psikiyatrinin başarısı hastanın devam edebilmesidir.”
‘DEPRESİF DÖNEMİN RUHU BU DİZİLER’
Hem kızıyoruz hem de izliyoruz… Her kanalda psikolojik içerikli diziler revaçta. Gülseren Hoca bir psikiyatrist olarak bu durumu nasıl değerlendiriyor? Şöyle: “COVID sebebiyle can korkusu, maddi zorluklar ve her türlü sıkıntının olduğu karamsar ve depresif bir dönemdeyiz. Şimdi komedi yapılsa pek seyredilmez çünkü ancak keyifli dönemde komediyi izleyip güleriz. İnsanların içi karanlık. Üstelik ben acıları telafi ederek gösteriyorum. Terapide de önce acılarla yüzleşir, üzülürüz. Sonra açılan yaralara merhem sürülür. İzleyicilere sonra kendilerini iyi hissettirebiliyorsak ne mutlu! Peki başka zamanda olsa seyrederler miydi? Evet, yüzde 100 yine seyrederlerdi… Çünkü tanıdık duyguları veriyoruz. İnşallah dünya daha aydınlık günlere girerse biz de insanlara daha aydınlık şeyler veririz!
‘KIZANLARLA ARAMIZDA YAKLAŞIM FARKI VAR’
Tepkilerle ilgili de şunları söylüyor: “Kızan meslektaşlarımla, benim psikiyatriye bakışım arasında fark var. İtiraz edenler Batı psikiyatrisini uygulayanlar… Türkiye’deki bütün insanlarımızı tek tek terapi odama sokup rahatlatmak isterdim. O kadar güzel mesajlar geliyor ki, insanların benzer hayatları görüp düzelmelerinden çok mutlu olarak ‘Ay ne güzel bir daha, bir daha yazayım!” diyorum. Dizilerdeki terapi sahnelerine aç bir kitle var. Tek derdim benzer sıkıntıları olan insanlara ışık tutmak. Hikâyelerin hepsinde insanlar bir yerlerden tanıdıkları hayatlarla karşılaştılar.
’BİZİ NİYE YAZMIYORSUN’ DİYE SİTEM EDENLER ÇOK
Peki hikâyeleri dizilere konu olanlardan itiraz gelmiyor mu? Bunu şöyle yanıtlıyor: “Gerçek olaylarda hikâyenin sadece özünü alırım. Afişe olan kimse yok. Sadece ‘Yaşadıkları benimkilere benziyor’ diyebilir. Tanınabilecek özelliklerini asla koymam. İçim rahat. Ayrıca hastalarım ‘Niye bizi yazmıyorsun, hafife mi aldınız bizi hocam!’ diye sitem ediyor. Yeni gelenler “Benimki de çok ilginç, ne olur anlat’ diyor. Yaşanılanları onore ederek verdiğimi de görüyorlar. Yoksa bana gelirler mi? Eleştirileri beni sevenlerin sitemleri gibi algılamaya gayret gösteriyorum ama bazen de çok kırılıyorum.”
KİTAPLARDAN DİZİLERE…
Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’nun Madalyonun İçi, Günahın Üç Rengi, Hayata Dön, Kral Kaybederse ve Camdaki Kız isimli beş kitabı bulunuyor. Bu kitaplardan uyarlanan Kırmızı Oda, Masumlar Apartmanı, İstanbullu Gelin ve Doğduğun Ev Kaderindir dizileri farklı televizyon kanallarında yayınlanıyor. En son aynı isimli romandan uyarlanan, gerçek bir hayat hikâyesinin anlatıldığı Camdaki Kız her perşembe Kanal D’de izleyiciyle buluşuyor.