Güncelleme Tarihi:
Televizyon sektörünün yöneticilerine, prodüktörlerine, sunucularına, hariçten fikir beyan edenlerine, reklam verenlere kısacası bütün etkili ve yetkililerine soruyorum: Prof. Dr. Ali Atıf Bir'in Hürriyet'te yayınlanan "Amerika'da Reyting Tarışmaları" başlıklı yazısını okudunuz mu? Elimden gelse o yazının son cümlesini odalarınızın duvarlarına, buzdolaplarınızın kapaklarına, bilgisayarlarınızın ekran koruyucularına hatta gözlük camlarınıza yazmak isterdim ki bir an bile bu muazzam sorumluluğu aklınızdan çıkarmayın. Prof. Bir diyor ki : "Televizyon ratingleri Türk toplumunun geleceğini şekillendiriyor, kimse daha fazla beklememeli!"
Kendi hesabıma, şekillenmekte olan o geleceği görmeye ne hevesim var ne cesaretim. Zira halen tanık olduklarım bana yetiyor da artıyor.
* * *
Ekranda genç ve cilveli bir hanım sunucu, "dahi"leri çatlata çatlata "dağhiy", "dekorasyonu" kendinden son derece emin "dekarasyon" şeklinde söyleyerek bizlere şarap tavsiye ediyor. Evet, tavsiye ediyor. İşi biliyor, yani. Deryalar gibi şarap kültürünü yutmuş da sıra bizi aydınlatmasına gelmiş. Bu ne güven! Breh, breh!
Tam da Tuğrul Şavkay'ın ölüm yıldönümü. Bilgiyle fikri buluşturan o şövalye artık yok. Zaten artık fikir beyan etmek için de bilgiye ihtiyaç yok. İşte ekrandaki sunucu konuşmaya devam ediyor. Şimdi de sıra yemekte. Bir yandan seyircilerine o yemeği daha yakından tanıtabilmek maksadıyla yiyor, onu konuk ettikleri için teşekkür etmeyi de unutmuyor elbette, bir yandan da anlatıyor, falanca lokantanın feşmekanlı yemeğinin özelliklerini. Yerseniz tabii.
Yemezseniz ne olacak? Hiiiçç. Bir başka kanalda ise RTÜK emriyle futbolcu formalarındaki sponsor markaları mozaikleniyor. Aman canım, birinde boğaz tokluğuna reklâm, ötekinde milyarlar konuşuyor. Fakat yasa, etik, metik? Mizahçılar görev başına! Malzemeden bol bir şey yok, ekranda da hayatta da.
Öbür kanalda yeni yetme bir "sanatçı" yılların gazetecisini ne kadar "takdir ettiğini" anlatıyor. Nezaketinden dolayı da teşekkür bekliyor haliyle. Peki, ama ben niye parmak kadar çocukken o kelimeyi kullanmaya heves edip de "filancayı takdir ediyorum" dediğimde azar işitmiştim? Şimdi kime sorsam, "hadi len" diyecek. Allahtan Selahattin Duman'ın o yazısını saklamışım. Bir kişiyi takdir etmek için o işte o kişiden daha usta olmak gerektiğini, aksinin ise terbiyesizlik olduğunu fakat günümüz insanının bunu cehaletinden sık sık tekrarladığını anlatıyor, şahane üslubuyla ve öfkeyle. Öfkeyi paylaşmak ne mübarek şeymiş. "Yalnız değilim çok şükür" diyebilmek.
Bir kez de Nebil Özgentürk'ün yazısını okuyunca şükrettim. Ama bekledim ki halktan da ses çıksın. Attila İlhan'ın programının kaldırılmasından söz ediyorum. Ne gazetelerde ne internet sitelerinde bir tek seyirci şikâyetine rastladım. Sakın tepkisiz millet olduğumuzu söylemeyin. Sucuk reklâmları yüzünden RTÜK'ü mektup bombardımanına tutan bu halk değil miydi? Ya gündüz programlarında ekran yıldızlarına telefonlarla iltifat, yarışmalara hem de üstüne para vererek kısa mesaj yağdıranlar hangi millete mensup?
Aklına fikrine en güvendiğim arkadaşım aradı. İki televizyon dizisinde birden, evlerinden uzak üniversitelerde okuyan genç kızların zengin adamlarla ilişki kurmalarından rahatsız olmuş. "Ya bunları görüp de bir tek aile bile kızını başka şehre okumaya yollamaktan vazgeçerse, bu topluma verilmiş çok büyük bir zarar değil mi?" diyor. "Ama böyle durumlar var maalesef. Filmlerin konuları da toplumdan kesitler" diyorum. İkna olmuyor. "Bir tek kız öğrencinin ailesi bile etkilense.." diye tekrarlıyor. Düşünüyorum. Haklı aslında.
Milyonlarca insan televizyonda gördüklerini gerçek sanıyor. Televizyondakiler gibi konuşup, onlar gibi davranıyor. Yabancısı olduğu topluluklardan insanları seyrederken de o topluluğun tamamını öyle kabul ediyor. Yaşlı genci, köylü şehirliyi, cahil okumuşu, zengin fakiri ekranda görülen kimlikleriyle tanıyor.
* * *
Maksadım televizyonun ticari bir eğlence aracı olduğunu iddia edenlere karşı, eğitici özelliğini savunmak filan değil. Çünkü onun kararını bilim çoktan vermiş. İşte bir bilim adamı, Prof. Dr. Ali Atıf Bir, "toplumu şekillendiriyor" diyor. Bu kadar.
Ben sadece benimle aynı düşüncede olanlara son günlerdeki birkaç gözlemimle tercüman olmak istiyorum. Çünkü demin de belirttiğim gibi "yalnız değilim" diyebilmek büyük nimet, bu zamanda. İkincisi de etkili ve yetkililere samimiyetle merak ettiğim soruları sormak.
Mesela;
Bir dizi senaryosunu yazan, çeken, oynayan, yayınlayan, acaba aşk hikâyesine dahi silah sokarken öldürmeyi sıradanlaştırdığını hiç aklına getirmez mi? Esas adamın çay bahçesinde otururken esas kızın eline tabancayı verip de aşkını sınaması, bu duyguyu anlatmanın en estetik, en yaratıcı ve en etkileyici yolu mudur?
Beyin kanaması geçiren hastasının durumunu basın toplantısında anlatan doktora, "hani sinirden kan beynine sıçramış, değil mi?" şeklindeki cehalet ve densizlik timsali soruyu yönelten muhabire hesap soracak bir amiri yok mudur? Ya patronlar bu tür durumları ekranda gördüklerinde, üç-beş kuruş tasarruf uğruna niteliksiz eleman çalıştırmanın aslında milyonlarca dolar değerindeki kendi kurumuna zarar verdiğini nasıl olur da idrak edemez?
Televizyon programlarını yönlendirenlerin – televizyon yöneticilerinin ve reklâm verenlerin- daha çok kazanmak için finans danışmanları, daha az kaybetmek için de hukuk danışmanları vardır da neden sosyolog, psikolog daha da önemlisi pedagog danışmanları yoktur?
"Sosyal sorumluluk" diye adlandırılarak insanda saygı duruşuna geçme dürtüsü uyandıran kampanyalara imza atan reklâm verenler, ekranda reklâmlarının yayınlandığı programların sosyal etkilerinden acaba ne kadar sorumludurlar?