Güncelleme Tarihi:
Devlet Demiryolları'yla Bükreş'ten Budapeşte'ye, Prag'dan Viyana'ya yolculuk
Balkanlar'ın Paris’’ine 11:00'de varıyoruz. Romenler çok misafirperver. Gökkuşağı gibi renkli ve görkemli istasyonda izzet, ikram karşılıyorlar bizleri. Otobüs turunda Politeknik Üniversitesi, Paris'i anımsatan Zafer Tankı, Cumhuriyet Meydanı, Büyük Kütüphane, Konser Salonu, Çavuşesku Sarayı gösteriliyor ve Parlamento'nun önünde fotoğraf molası veriliyor. Hava çok güzel, 26 derece.
1977 zelzelesi sonrasında kent yeniden inşa edilmiş. Geniş bulvarları, tarihi binaları, parklarıyla alımlı Bükreş, ekonomik sıkıntıları yüzünden mahsun mahsun bakıyor. Tahminlerimin ötesinde yeşil bir başkent. Sınırlı zamanlarda ne var, ne yok diye bakınırken, ‘‘Şıkıdım’’ şarkısını duyuyorum. Tarkan, Romen başkentinde de çok popülermiş, kasetleri satılıyor sokaklarda.
Bükreş Büyükelçimiz Volkan Bozkır ve eşi Nazlı Bozkır'ın konuğu oluyoruz. Büyükelçimiz ‘‘Demir Perdeden Tül Perdeye’’ değişimin izlerini, halkın sosyal demokrasiye bile tahammülü kalmadığını, Türkiye'nin popülerliğini, savaşın Balkanlar'ın kaderi olduğunu anlatıyor. Şoförümüz Radu Viorel'e, ‘‘Mutlu musunuz?’’ diye sorduğumda buruk bir gülümsemeyle şu yanıtı veriyor: ‘‘Gününe göre değişiyor. Çoğunluk için durum eskiye kıyasla vahim. Paranız olmayınca özgürlüğün de anlamı kalmıyor. Özgürlük, kaybetmeye mahkum olanlar için hiçbir şey ifade etmiyor. Çok hızlı bir değişimle sarsıldık. Hálá var olma mücadelesi veriyoruz. Herşey propaganda, herşey parlak. Seyretmek başka, sahip olmak başka. Zenginler kendi küplerini doldurma telaşında. Balkanlar asildir, ama bu asalet bizi kurtarmıyor’’ diyor.
BUDAPEŞTE'NİN DANTEL ÖYKÜSÜ
Budapeşte'de hava üşümüş, çisil çisil yağmur yağıyor. Macar başkenti pazar rehavetinde. Tuna'nın üzerindeki şık gerdanlıklardan Magrit Köprüsü'nden geçip Peşte kısmından başlıyoruz keşfe. Turumuzun ilk durağı görkemli Kahramanlar Meydanı. Macaristan'ın bu yıl sonunda görkemli törenlerle kutlamaya hazırlandığı bin yıllık tarihinin konuştuğu bronz heykeller galerisinde geziniyoruz. Parlamento, Opera binası, St.Stephan Katedrali, Modern Sanatlar Müzesi, Güzel Sanatlar Müzesi'ni, Özgürlük Meydanı'nı arslan yeleli rehberimiz Nejat Gürsoy'la geziyoruz. Barok, rönesans, neo-klasik mimarlığın her tarzının harikulade örnekleriyle sarsıyor Budapeşte. Buda yani tepe kısmına geçiyoruz. Macaristan'a gülü getiren, Bektaşi lideri Gül Baba Türbesi'ni ziyaret ediyoruz.
Şifalı sularıyla ünlü ülkede Osmanlılar'ın mirası Türk hamamlarından kimisi günümüze kalmış. Kanuni Sultan Süleyman'ın namaz kıldığı St.Mathias Katedrali'nin ihtişamı nefes kesiyor. Öğleden sonra ‘‘Dunabella’’ gemisiyle Tuna sefası pek doyumsuz. Tuna efsanesini Türkçe olarak dinliyoruz. Hem korkulan, hem çok sevilen, kimi zaman güneşli, kimi zaman haşmetli Tuna'nın, 1873'te birleşen Budapeşte'nin dantel öyküsü tatlı bir melodi gibi geliyor.
Sokaklarda son model arabalar dikkat çekiyor. Otomobil galerileri gelişen demokrasinin göstergesi. En iyi kazanan sağlık sektörü. Sosyalist sistem sonrasında tarımda kriz yaşanıyor. Araziler özelleştiriliyor, zenginler toprak sahibi oluyor. Halk artık özgür ama şaşkın. Dengesiz, plansız üretim halkı vuruyor. Eski Lenin bulvarında Lenin'in adı yok artık. Geçmişe dair herşey kazınmış. Benetton gibi gözde markaların mağazaları sıralanıyor yan yana. Tarihi bir binayı mesken tutan McDonald's tabelası pek iğreti duruyor.
PRAG’A AŞIĞIM
Prag'da Alpler'den gelen ayazla titriyoruz. Nazilerin bile kıyamadığı bu masal kentin popülerliği zirvede. Her yer dolu. Hradcany Kalesi, Dietrichstein Sarayı, St. Vitus Katedrali, Saat Kulesi, Wenceslas Meydanı derken dünyanın en güzel köprüsü Karl'dan yine geçiyorum. Bu kentin çapkınlığını, beni, benden çalmasını seviyorum.
Bir zamanlar altının işlendiği Alşimistler Sokağı artık bir müze, tek bir usta yok. 22 numaralı ev, ‘‘İşte Franz Kafka'nın evi’’ diye gösteriliyor. İşkence Müzesi'nin önünde dev bir şövalye bekliyor. Daracık sokak otobüs gibi turist kaynıyor. Öğleden sonra Kafka'nın sevgilisi Milena'dan adını alan, Cumhurbaşkanı Vaclav Havel'in favorisi, Saat Kulesi'nin tam karşısındaki, 1930'ların tarzında Cafe Milena'da demleniyoruz. Cafe Kovarna'da Çeklerin meşhur siyah birası Krucovice ile keyfimiz tam oluyor. Saçları sarıya boyanmış gençler şaşırtıyor. Konser ilanları dağıtıyor gençler, broşürlerde erotik şovlara çağrılar, dergilerde tele-erkek servisi ilanları.
Rehberimiz Helena anlatıyor: Nüfus artışı sıfır, ücretsiz sağlık hizmeti minimum. Yeni düzenle birlikte evlerinden kovulan, geleceğe güvenleri kalmayan emekliler perişan. Alkolizmden ölüm oranı yüksek, gençler arasında uyuşturucu hızla yayılıyor. Bunlar özgürlüğün nimetleri. Felsefe doktoru, 24 yıllık evli Helena, dört kişilik bir ailenin geçinebilmesi için ayda 25 bin kronun gerekli olduğunu, ortalama gelirin 12 bin kron olduğunu söylüyor. Trafik, işsizlik, suç, mülteciler belli başlı sorunları. Prague Post yazıyor: Bütçe açığının 1.35 milyar dolar, Kosova krizi yüzünden ekonomi ağır yaralı.
VİYANA'YI FETHEDEMEDİK
Bir gece, iki gün kalabildik Viyana'da. Maraton programımız bile bir imparatorluğun başkentini fethetmeye yetmedi.
Akşam programımız bağ bölgesi Grinzing. Otobüsümüzde Mavi Tuna Valsi çalıyor. Koca kupalarda şarap hiç tat vermiyor. 1999 Strauss Yılı. Büyük bestecinin ölümünün yüzüncü yıldönümü nedeniyle Ulusal Müze'de sergi açılmış. Yarım günlük kent turunda Ring Caddesi, Opera, Hoffburg Sarayı, Belvedere Sarayı var. İmparatorluk başkentindeki anıtlar, saraylardan ziyade kafeler ve çılgın mimar Hundertwasser'in evi etkiliyor.
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın bıraktığı silahların eritilip 13 kilo ağırlığındaki çanı yapılan St.Stephan Kilisesi'nin yanıbaşında toplu hatıra fotoğrafı çektiriyoruz. Schonbrunn Sarayı'nı geziyoruz. Viyana'da sadece pastayla açlığımı bastırıyorum ve kendimi Marie Antoinette gibi hissediyorum. Sarayın merdivenlerinde konuştuğumuz rehberimiz Gunther'e göre statik, mutlu bir hayatları var. Opera'da Mozart'ın ‘‘Sihirli Flüt’’ünü izliyoruz ve haydi trenimize.
BİR YUDUM SOFYA
Son durağımız Sofya. Hava puslu, sıkıntılı, ortalık ıssız ve sessiz. Hani fırtına öncesinde o tuhaf, o boğucu atmosfer vardır ya aynen öyle. Bulutlar ekonomik ve siyasi sancıları aktarıyor sanki. Adı bende saklı, 22 yaşındaki, turizm öğrencisi rehberimiz kısaca Sofya'daki tarih izlerini hatırlatıyor. Herkes birer örtü edinirken, bilgi alışverişini yeğliyorum ve sempatik rehberimizle ayaküstü sohbet ediyorum.
Hayatın iklimini, 10 yıl sonrasında değişimin manasını sorduğumda yüzünü al basıyor: ‘‘Herşey çok daha kötüleşti. Ekonominin toparlanması bir mucize. Herşeyi özelleştirmeye kalktılar ama başaramadılar. Yabancılar yatırım yapmaktan kaçınıyor. İki, üç işte birden çalışmak zorunda kalıyoruz. Halkın son umudu din. Gelecek için dua ediyorlar kiliselerde. Ortalama ücret 100 dolar. Bir dolar 1800 leva, bir mark 1000 leva. Bir kilo ekmek 200 bin lira. Bunun adı yaşamak değil, sürünmek.’’
Kosova krizi yüzünden Sofya'da yabancı turiste rastlanmıyor. Üç otobüs Bulgar başkentini gezerken olağanüstü ilgi görüyoruz.