Oluşturulma Tarihi: Kasım 02, 2002 00:00
40 yıllık heykel serüveninin 100'den fazla örneğiyle 15 Kasım'dan itibaren İstanbul İş Sanat Kültür Merkezi Kibele Sanat Galerisi'nde sanatseverle buluşacak olan heykeltıraş Mehmet Aksoy, bu retrospektif serginin yanısıra iki kitapla da okuyucu karşısına çıkıyor. Kitaplardan biri İş Bankası Kültür Yayınları'nın nehir söyleşileri dizisinden piyasada: ‘‘Heykel Oburu.’’ Gazeteci-yazar Aydın Engin'in Aksoy'la yaptığı 43 saatlik söyleşinin ürünü kitap, Aksoy'un 63 yılını anlatıyor. Yani Antakya Yayladağlı yoksul köy çocuğunun, Alman heykeltıraş Fritz Cramer'in deyişiyle ‘‘Batı Avrupa'nın en iyi heykeltıraşı’’ olmaya doğru giden hayat çizgisini. Diğer kitap ise sergiyle eşzamanlı olarak yayımlanacak olan ve aynı adı taşıyan ‘‘Çekicin Rüzgarında 40 Yıl.’’ Aksoy'un durmaksızın heykel yonttuğu -ve heykelle yontulan- bu 40 yıl boyunca elbette çok şey yaşandı. İlkokul ikide resim yeteneğini keşfeden ilk aşkı Nazmiye Öğretmen'den diğer aşklarına, başkaldırı ve kavgalardan Akademi'deki öğrencilik yıllarında gelmeye başlayan ödüllere, bazen isteyerek bazen zorunlulukla yapılan uzun yolculuklara... Ama hepsinin fonunda, içinde, etrafında, hep heykel oldu. Aksoy gördüklerini, hissettiklerini, doğru bildiklerini taşa verdiği şekillerle anlattı. O ve ‘‘tok tok tok’’ları bazen aşk, bazen kavgaydı. Taşı çok sevdi. Kesti ama ‘‘kasabı’’ olmadı. Taş taşıdı laf taşımadı. Taş eğilmez, kırılırdı ona göre; Tanrı taşta uyur, taşçıda uyanırdı. Zaman içinde heykelleri kadar, bu türden ‘‘taş özdeyişleri’’nin sayısı da arttı... Sergi, sanatçının 1960'lardan günümüze 10'ar yıllık dönemler halinde bütün eserlerini kapsıyor. İlk dönemde kendini gösteren doğa tutkusu, 1970-80 arasında, dönemin sosyal ve siyasal çalkantılarının etkileriyle dolu. Sonra soğuk savaşla birlikte yükselen barış çağrıları yansıyor heykeline. Yanında yabancı bir ülkede yaşamanın getirdiği duygular, kültür farklılıkları. Son dönemde ise doğaya dönüş ve mitoloji tutkusu var, en çok da Ana Tanrıça Kibele. Ha bir de ‘‘Periler Ülkesinde’’. Şu, Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek'in ‘‘içine tükürdüğü’’ heykellerden biri... 1939 Mayısı'nda, şimdi Suriye topraklarında olan Kesap'ta doğar. Doğum tarihini yıllar sonra şöyle tespit edecektir: ‘‘Annem dedi ki,
Atatürk öldükten bir süre sonraydı, dutlar tüyleniyordu. Baktık ne zaman dutlar tüyleniyor, mayısın ortasında. 15 Mayıs 1939 dedik.’’ Hatay'ın Türkiye topraklarına katılmasından sonra aile sınır kasabası YayladaÄŸ'a yerleÅŸir. Mehmet Aksoy'un ilk anıları etrafı daÄŸlarla çevrili o kasabadaki tek katlı, iki oda bir avlulu taÅŸ evde baÅŸlar. Güçlü kuvvetli, yoksul babası, kah yol işçisi, kah jandarma, sonraları gardiyan, zabıt katibi, gümrük memurudur. Hepsi de erkek dokuz kardeÅŸin en büyüğüdür Mehmet. Aynı yatakta yanyana sıralandığı küçük kardeÅŸlerinin altına yaptığı çiÅŸ, zaman zaman onun üstüne kalsa da, her fırsatta dayak yese de, kuÅŸlar, böcekler, eÅŸek arısı ve yılanlarla, elle yakaladığı balıklarla içiçe mutlu bir çocukluk geçirir. ‘‘Benim yediÄŸim deÄŸnekleri yanyana dizsen ekvatoru kuÅŸatır’’ dediÄŸine bakılırsa dayak hikayeleri anlatmakla bitmez: Küçüklüğünden itibaren doÄŸayla birlikte taÅŸları da inceler Mehmet Aksoy. En çok da minareler ilgisini çeker. Onun, içinde merdiven dönen bu yükselen taÅŸları incelemesi cami cemaatinin canını sıkar nedense, babasına ÅŸikayet edilir, sadece nasıl yapıldığını çözmek için kurcaladığı demirleri söküyor diye. Bu yüzden yediÄŸi dayağı içine sindiremez. Ä°ntikamı acı olur: Bir cuma namazı çıkışında, caminin duvarındaki eÅŸek arısı yuvasına sokar çomağı. Zamanlaması çok iyidir, cemaat içeri kaçamadan arılar tarafından ÅŸiÅŸlenir. Sonrası yine dayaktır ama olsun. ‘‘Ben bunun dayağını peÅŸinen yemiÅŸtim.’’ der.LÄ°SE DUVARINA SEVDİĞİ KIZIN RÖLYEFÄ°NÄ° YAPTIYıllar sonra Akademi'ye adım atmasını saÄŸlayacak kararı verdiÄŸinde ilkokul 2. sınıftadır. Ä°lk aÅŸkı Nazmiye Öğretmen, yaptığı kuÅŸ resmini -ki diÄŸer çocukların yaptıklarından çok farklıdır- görünce çığlık atmış, onu havada döndürerek öpmüştür. Denebilir ki, 1940'larda bir ücra kasaba öğretmeninin sahip olduÄŸu bu resim coÅŸkusu, Aksoy'un sanat hayatını belirler. O gün ressam olmaya karar veren, ortaokuldan itibaren 25 kuruÅŸa arkadaÅŸlarının resim ödevlerini yapan, bu arada lise duvarına aşık olduÄŸu kızın kabartma heykelini bir çakıyla kazıyan Aksoy, yeteneÄŸiyle çevresinde ünlenir. Gerçi sene sonu sınavında -bütün yıl para ödedikleri için- önce arkadaÅŸlarının resimlerini yapmak zorunda bırakıldığından kendi resmini bitiremez ve inanılmaz bir ÅŸekilde resimden çakar ama olsun. Bu aÅŸkı onu Ä°stanbul'a götürecek, zabıt katibi babası hakim olmasını istediÄŸi için girdiÄŸi hukuk sınavını yarıda bırakıp çıkacak, soluÄŸu Devlet Güzel Sanatlar Akademisi sınavlarında alacaktır.Yıl 1960. Hayatında ilk kez gördüğü 50 x 70 kağıdın karşısında duyduÄŸu sonsuz heyecan, tutkusunu anlatır biraz. Sürekli soru soran bu genç adam, bir yandan da bacağındaki titremeyle mücadele eder. Bu mücadele öyle uzar ki, portresini tamamlayamadan süre dolar. Kazanamayacağım korkusuyla bu kez asistanla mücadeleye baÅŸlar. ‘‘Ne olur beÅŸ dakika daha, bari ÅŸu gözünü de yapayım.’’ Bu cebelleÅŸme sırasında kağıt yırtılacak hale gelir, asistan kazanır. Neyse, korku dolu bir haftanın sonunda okula kabul edildiÄŸini öğrenir. Ancak resim eÄŸitimi sadece bir yıl sürecek, çünkü ek olarak okutulan heykel dersinde Åžadi Çalık, ‘‘heykeltıraş’’ı görecek, ‘‘Sen heykel yapmak için doÄŸmuÅŸsun’’la baÅŸlayan ikna çabaları sonuç verecektir. Kısa bir süre sonra o da heykel yapmanın tadına varır.Okurken tatlı satmaktan seyyar satıcılığa, bakır tabaklara portreler yapmaya kadar girip çıkmadığı iÅŸ kalmaz. Bir yandan da o dönem prestiji çok yüksek olan Devlet Resim Heykel Sergisi'ne eserleri girer, hatta satılır. Ödül kazanmaya ikinci sınıftayken baÅŸlar, üçüncü yıl birincidir. O zamanlara ait heykelleri, çocukluÄŸunun tüm hayvanlarının soyutlamalarıdır. Bugünden bakınca hepsinde doÄŸanın gücünü, ona olan aÅŸkını görür. Bir yandan da YayladaÄŸlı'nın büyük ÅŸehirde yaÅŸadığı çeliÅŸkileri taşır içinde. Åžehrin kültürünü, rafine zevklerini sever ama insana ait deÄŸerlerin giderek daha az önemsenmesinden, küçüklü büyüklü oyunlardan, aşırı bireysellikten hiç hoÅŸlanmaz. Ä°lk evliliÄŸi bu ÅŸehirli-taÅŸralı çeliÅŸkisinden dolayı kısa sürer. Akademi 1967'de biter. Konya'da askerlik ve ‘‘Albay'ın kızı’’yla kaçarak yaptığı evlilikten sonra okulunda asistan olur. O sırada dışarda hayat çok hızlı akmaktadır: '68 hareketi, Dev-Genç'lilik, ‘‘Yankee go home’’ kültürü, Amerikan denizcilerinin beyaz üniformalarına mürekkep atma, hatta Taksim genelevlerindeki kadınlara gidip ‘‘bacılar bunlarla yatmayın’’ nutukları çekme dönemi... 1970'te bunları bırakıp dünya heykelini tanımak üzere devlet bursuyla Londra'ya gider. Bütün müzelerini çılgınlar gibi gezdiÄŸi Londra'da o yıllarda moda olan kavramsal sanattır. Bu modern bakış, ona hiçbir ÅŸey ifade etmez: ‘‘Atölyeler bomboÅŸ. Duvarlara portakallar dizmiÅŸler, bir yanda ip gerilmiÅŸ bir ÅŸey damlıyor, altta küçük bir birikinti filan. Bunlar heykelse ben heykeltıraÅŸ deÄŸilim’’ der, bir yıl sonra Berlin'e geçer.İŞÇİ ELLERÄ°NDEN DOÄžA ANA KÄ°BELE'YE1972-77 arasındaki ilk Berlin döneminde, Hochschule der Künste'de kendi eÄŸitimini yeniden alır. Bu çifte standarda söylene söylene. Bu arada epeyce hareketli olan politik hayat, hem sanatını, hem kiÅŸiliÄŸini iyice ÅŸekillendirir. Bir yandan heykel yapar, bir yandan bildiri dağıtır. 1978'de Türkiye dönüşü ve Akademi'deki hocalığı uzun sürmez. Berlin'e bu kez zorunlu olarak göçer. 12 Eylül sonrası arananlar listesine girmiÅŸtir; çünkü Görsel Sanatçılar DerneÄŸi'nin kurucularından, Barış DerneÄŸi üyesidir, üstelik okulda Nazım, Mandela, 1 Mayıs gibi heykellerinden oluÅŸan bir sergi açmıştır.Ä°kinci Berlin dönemi dokuz yıl sürer. Bu dokuz yılda ‘‘heykel de yapan bir yabancı, üstelik Türk’’ten, Avrupa'nın önemli heykeltıraÅŸlarından biri olma noktasına yükselir. Kranoldplatz Meydanı'na Buluttan Sevgililer, Türklerin yoÄŸun olarak yaÅŸadığı Kreuzberg'e Ä°ÅŸ Göççüleri, Cemalin Rüyası, bu dönemde dikilir. Almanya'da büyük tartışmalara yol açan Asker Kaçağı heykeli uzun yolculuklardan sonra Potsdam kentinde Einheitplatz meydanına dikildiÄŸinde ise duvarlar yıkılmış, Aksoy bu kez Alman olan üçüncü eÅŸinden ve ikinci oÄŸlundan da ayrılarak Türkiye'ye dönmüştür. Mitoloji tutkusu da orada, o dönem baÅŸlar. Aslında daha Akademi öğrencisiyken Anadolu Medeniyetleri'ne merak sarmış, binlerce yıllık küçük heykellerle geçmiÅŸe, efsanelere, o günlerden bugüne uzanmış geleneklere doÄŸru yola çıkmıştır ve içlerinde en çok, doÄŸuran, besleyen, hakim olan DoÄŸa Ana Kibele'den etkilenmiÅŸtir. Ama işçi elleri, öğrenci eylemleri yontmaktan Kibele'ye pek vakit bulamamıştır. Giderek barışa, doÄŸaya dönerken, Kibele de hep yüreÄŸinin bir yerlerinde kalır. Ve son on yılına damgasını vuran o olur. MEHMET AKSOY'DAN TAÅž ÖZDEYÄ°ÅžLERÄ°TaÅŸ eÄŸilmez, kırılırTaÅŸ düştüğü yerde ağır, koyduÄŸun yerde hafif olmalıTaÅŸa kızarak vurma, geri tepmesi pek olurHarici su taşın içindeki alevi söndürmez, demiÅŸ Mevlana. Taşçıya tercüme edersek: TaÅŸ yontulduÄŸunda da taÅŸ kalmalı. Onu zorlar, baÅŸka bir malzemeye dönüştürürsen taÅŸlığını kaybeder; yani içindeki ateÅŸ söner. Demir tavında, taÅŸ suyunda.Â
button