Deneyimi ve koskoca ‘‘Yeşilçam Üniversitesi’’ diplomasıyla farkı hemen belli oluyordu tabii. Ama onun için biraz rövanş almak mıydı bu? Yıllardır nedense pek hatırlanmayan oyunculuğunu görmeyen gözlere sokan bir hali mi vardı sanki? Daha önce Hanımağa karakteriyle yaptığı gibi, Asmalı Konak dizisinin Sümbül Hanım'ıyla da geçmiş vefasızlıkları sessizce cevaplıyor muydu yoksa? Bana biraz öyle geldi. Ses Dergisi Artist Yarışması'yla 1965'te sinemaya adım atan, bir zamanların Çiçekçi Kız'ı, bir ara folk şarkıcısı, son yılların dernekçisi Selda Alkor, bu kez daha ‘‘dikkatlice’’ izlenmeyi hakediyor. Oyunculuğunun tadını çıkarırken, o muhteşem eşarpları nasıl seçtiğini ve ne güzel taşıdığını da atlamadan...
1944'te, son işi Manisa Emniyet Amirliği olan, ama emniyet tarihine asıl ‘‘azılı katil Hrisantos'u öldüren komiser’’ olarak geçen babası Muharrem Alkor'un görevi nedeniyle Konya'da doğar. Tombik, neşeli ve yardımsever annesi (Ki lakabı Halide Pişkin'dir, pazara domates almaya çıktığında, bekçi Ahmet Bey'in karısına hasta, Leman Hanım'ın gelinine lohusa ziyareti derken eve beş saat sonra dönmesiyle meşhurdur), Konya'ya taşınır taşınmaz hayatında görmediği Mevlana'nın türbesini rüyasında aynen görür. Panik içinde ev sahibesi Emine Hanım'a durumu açtığında, ‘‘Derhal ziyaret et, bugünlerde iyi bir
haber alacaksın’’ yorumuyla karşılaşır. ‘‘İyi haber’’, 14, 16 yaşlarına gelmiş kızı ve oğlundan sonra, artık beklemediği bir hamilelik, yani Selda Alkor'un doğumudur. Alkor biraz da annesinin ‘‘Sen Mevlana'dan adaklısın’’ sözlerinin etkisiyle, onun felsefesini benimseyecektir yıllar sonra. Ve hayatta tesadüflere hep inanacak, önem verecektir.
Babasıyla çok kısa, annesiyle ise birazcık daha uzun bir zamanı paylaşır bu dünyada; Muharrem Bey'i 11, Meliha Hanım'ı ise 16 yaşındayken kaybeder. Ama değerli anılar biriktiremeyecek kadar da kısa bir süre değildir bu. Ve önem verdiği tesadüflerin büyük bölümü de o yıllara rastlar. Mesela 1940'lı yılların başlarında, Konya gibi bir yerde annesinin doğum sancıları tuttuğunda, onu doğurtan ebe sinemadan çıkarılıp getirilir eve. Bu ‘‘Sinemaya adım atışım ebemle birlikte başlamış’’ diye düşünmesine neden olacaktır. Otoriter babasından korkusu haylazlığını engellemeyen bir çocukluktur onunki. Üç yaşındayken Manisa'ya taşınırlar. Evlerinin karşısındaki Ali Rıza Çevik İlkokulu'na gitmeye beşbuçuk yaşındayken karar verir; kafasında kendinden uzun bir kurdele, ayağında terlikler ve elinde oyun çantasıyla okul bahçesinin alçak duvarına oturup ‘‘Ben de okula gidicem’’ diye tutturan küçük kız sonunda istediğini başarır. Bu okulda, çok keyif aldığı, başarılı bir beş yıl geçirmesinde, kesilen göbeğinin Konya'daki 19 Mayıs İlkokulu'nun bahçesine gömülmesinin etkisi vardır ona göre. Dersleri de iyidir ama asıl ‘‘ününü’’ daha üçüncü sınıftayken, beşinci sınıfların okul sonu müsameresinde başrol oynamasıyla sağlar. Oynadığı rol ise yıllar sonra Yeşilçam'a geçtiğinde, tüm Türkiye'ye adını duyuracak olan Çiçekçi Kız rolüdür. Yani tesadüflerden sözederken yüzünün gülmesi boşuna değildir.
AKADEMİYE GİRECEKTİ Kİ...
Annesinin ölümüyle Manisa İsmet İnönü Kız Meslek Lisesi'nden mezun olması, aynı yıllara rastlar ve ağabeyiyle birlikte, kocasıyla İstanbul'da yaşamakta olan ablasının yanına gelirler. Çiçek düzenlemeden eşarp bağlama stiline, sanatla bir bağı hep olmuştur ve çok küçükken polis olmak istemesini saymazsak, bu alanda bir iş yapacaktır mutlaka. Bu nedenle, Ali Sami Yen'in ‘‘hala’’ dediği eşi Fahriye Hanım'dan akademiye girmek için yardım ister. Resim okuyacaktır. Ama ablasının bir arkadaşı şu cümleyle, hayatının yönünü değiştirir: ‘‘Aa bak bilmemkimin kızı yarışmaya resim gönderiyor, sen niye göndermiyorsun?’’ Yarışma dediği, o dönem Yeşilçam'a star kazandıran ve
magazin tarihinin önemli kilometretaşlarından biri olan Ses Dergisi'nin artist yarışmasıdır. Alelacele çektirilen resimler, kısa süre içinde, akademide yapılacak resimlere galebe çalacak, çünkü dört bin başvuru arasından seçilen 16 genç kızın arasında yer alacaktır.
Ama yine de Prodüktörler Cemiyeti antetli mektubu aldığında paniğe kapılır; ablasına, ağabeyine durumu nasıl izah edecek, hiç tanımadığı bu dünyaya nasıl adım atacaktır? Düşünür taşınır, vazgeçer. Bir sabah kalktığı gibi Cağaloğlu'ndaki Ses Mecmuası binasına doğru yola çıkar; gönderdiği resimleri geri istemek üzere! Ama mecmuanın yazıişleri müdürü Çetin Emeç, 45 dakika süren uzun konuşması sonucu, onu Türk sinemasının onun tipinde ve kafa yapısında insanlara ihtiyacı olduğuna ikna eder. O gün orada Çetin Emeç'le konuşabilmesini de sonradan hayatının önemli tesadüfleri arasına koymak üzere, evine döner.
Ertesi hafta 12 kerli ferli adamın ve gazetecilerin arasında soruları cevaplamaktadır. Yosun yeşili gözleriyle güzeldir, 1.71 boyuyla dönemin en uzunudur, ayrıca ‘‘klasik müzikten, resimden hoşlanıyorum’’ gibi cümlelerin devamını da getirebilmektedir, birinci olur. Ağabeyiyle iki yıl küs kalması, o süre içinde Fahriye Hala'sının yanına taşınması pahasına, hemen o yıl başrol almaya başlar; üçüncü filmi olan Nejat Saydam'ın Çiçekçi Kız'ı ile de ünü tüm Türkiye'ye yayılır. O Nejat Saydam'dır ki, hayatının en büyük iltifatı kabul ettiği cümleyi söyleyecektir ona: ‘‘Sen zaten hazır gelmiştin sinemaya, bir şey öğrenmene gerek yoktu!’’
ARKA PLANDAKİ STAR
Türkan Şoray'ın tam Türk, Filiz Akın'ın Avrupalı tipi temsil ettiği yıllarda o, ikisinin arasında bir fiziğe sahiptir. Daha çok kentlidir ama. Çoğunlukla kenarlarından da olsa, kentli, masum kız. Peki, o dönem Filiz Akın'ın olmadığı dörtlü star listelerde (Diğer üçü, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik> yeralmasına rağmen, bugünlere neden o dörtlü içinde gelememiştir? Oyunculuk gücü, ‘‘gişesi’’ ya da oynadığı
filmler açısından hiç farkı olmasa da, niye ayrımı bugün yapılan A tipi, B tipi starlar arasında geri planda kalandır? Neden resmi ve yazılı Yeşilçam tarihinde onunla ilgili bölümler birkaç cümleyi pek geçmez? Son yıllarda televizyondaki performansına, özellikle Kartallar Yüksek Uçar dizisini ‘‘Hanımağa Dizisi’’ne dönüştüren oyununa bakınca, cevaplanması zor sorular olur bunlar.
O ise kimseye yakın olmamasıyla açıklar bunu. ‘‘Bugün neyse, geçmişte de öyleydi, tabii ki insanlar kendilerine yakın olanlarla çalışır, onlara imkan verirdi. Benimse çok yakın olduğum bir yapımcı, yönetmen, gazeteci olmadı, niye bana imkan yaratılacak, niye festivallik bir filmde rol verilecekti ki. Yine de şanslıyım ve gururluyum, böyle bir ortamda kendi çabamla ve yeteneğimle bir yerlere geldim’’ der. Hafiften bir kırgınlığı olsa da Türk Sineması'na borçlu hisseder kendini; Geçen yıl bıraktığı SODER yöneticiliği, şimdilerde Türk Sinema Vakfı başkanlığı, Oyuncu-bir başkan yardımcılığı, hepsi bu borcun ödenmesi, eskilerin haklarını alabilmesi, yenilere farkı bir platform yaratılabilmesi içindir. Aslında politikaya yatkındır; CHP'li bir aileden gelir, çocukken İsmet Paşa'nın Manisa ziyaretlerinde kucağına oturmuşluğu çoktur. Her partiden teklif almıştır politika için. Ama bu tarz politikacılığı 16 yaşındayken CHP gençlik kolu başkanlığıyla başlamış ve bitmiştir. Daha çok sosyal faaliyetlere vermiştir kendini. Aynı zamanda eski bir Liones, şimdilerde Rotaryen ve İstanbul Konseyi Kültür Sanat Komisyonu üyesidir; bunca yıl sinemadan hiç ödül almamıştır ama ‘‘en hayırsever sanatçı’’ seçildiği çok olmuştur.