Güncelleme Tarihi:
Okmeydanı’nda son haftalarda yaşananları nasıl bir çerçevede okuduğunu öğrenmek için kapısını çaldım. 15 sene önce kurduğu Özel Okmeydanı Hastanesi, Şark Kahvesi’nin hemen yanında. Hayatının çok büyük bir bölümü hâlâ Okmeydanı’nda geçiyor. Akşam da kendisine önerilen konfeksiyon hayatı yaşamak için Ataşehir’e dönüyor. Ercan Kesal’a göre Okmeydanı’nda Alevilik, Sünnilik ya da Kürtlük sandığımız kadar büyük meseleler değil. Bu kimlikler burada yaşayan yoksul insanlara sınıfsal kimliklerini unutturmak için adeta dışarıdan dayatılıyor. 1950’lerde gelip yerleşmelerine rağmen hâlâ İstanbullu olamayan o insanlara bugün önerilen ise ikinci bir göç.
ONLARI ŞİMDİ İKİNCİ BİR GÖÇ BEKLİYOR
Okmeydanı’nın size göre en karakteristik tarafları neler?
Beyoğlu, İstanbul’un okuma-yazma oranı en düşük ilçesi. Okuma yazmayı bilenlerin içinde de üniversite mezunu olanların oranının en düşük olduğu ilçe. Enteresan bir biçimde hâlâ geldikleri yerle ilişkilerini kaybetmemişler. Hâlâ sorduğunuzda Erzincanlı olduklarını, Sivaslı olduklarını, Giresunlu, Alucralı olduklarını söylüyorlar. Ama çoğu uzun yıllardır memleketlerine gitmemiş oluyor. Yine de kendisini öyle tanımlıyor. Beyoğlu hemşeri derneklerinin en yoğun olduğu bölgelerden birisi.
Geçen hafta Beyoğlu Belediyesi’nin aldığı ‘riskli alan’ kararı aslında uzun zamandır devam eden bir sürecin kaçınılmaz sonu gibi değil mi?
İnsanların hemen hepsi 1960’larda burada yaşayan Arnavutlardan el senediyle devraldıklarını söylüyor. Bu soruna ilişkin Özal döneminde “tapu tahsis belgesi” adı altında bir çözüm çabası olmuş ama nedense akim kalmış. Kimse ne yapacağını bilemiyor. 1950’lerde başlayan içgöçle birlikte ucuz iş gücü olarak görmezden gelinen ve sonuçlarını bugün şaşırarak izledikleri bir mukadder sonuç. Zaten böyle bir şey olacaktı. Bu insanları şimdi ikinci bir içgöç bekliyor. Onlar önce Alucra’dan, Sivas’tan geldiler. Kimsenin kıymet vermediği, çamurlar içindeki, yolu izi olmayan Okmeydanı’na yerleştiler. 2000’li yıllarda ‘E artık burası çevre yoluna, Haliç’e yakın, Taksim’e 300 metre. Buyrun sizi artık ikinci bir göç bekliyor. Sizi Beylikdüzü’ne, Esenyurt’a, Halkalı’ya alalım. Buraları çok kıymetli, artık boşaltın’ deniyor. Kavga biraz bu. Önce 5-6 katlı yapılan yerler giderek daha tuhaf, gerçekten sağlıksız binalara, büyük apartmanlara dönüşmüş.
İSTANBUL YAPI STOKUNUN YÜZDE 60’I DEPREME DAYANIKSIZ
Eğer gerçekten sağlıksız ise bu binalar, o halde belediye meclisinin buranın bir alan olduğu yönündeki kararı teknik olarak doğru değil mi?
İstanbul’da sadece Okmeydanı’na has bir risk değil ki bu. İstanbul’daki yapı stokunda depremle sorunu olan binaların oranı yüzde 60 ve bunun içinde kamu binaları da var.
‘Riskli alan’ kararının tam da son aylardaki şiddet dalgasının arkasından gelmesi insanlara ‘Acaba aslında tüm bunlar bu insanları buradan çıkarmak için bir tezgâh mıydı’ diye düşündürdü. Böyle bir boyutu var mı hakikaten?
Yok, hayır. Bakın ben 2005 yılında Radikal’de ‘Okmeydanı yıkılıyor mu?’ başlıklı bir yazı yazmışım. O zaman bu soruna çözüm üretebileceğimizi düşünerek Tapu Alma Komisyonu Başkanlığı yapmışım ben. Bunu yaparken buradaki kanaat önderleriyle, köy yardımlaşma dernekleri başkanlarıyla, cemevi ve camii derneği yöneticileriyle, spor kulübü başkanlarıyla birlikte çalışmışım.
EN BÜYÜK ŞİDDET ÖMÜR BOYU YOKSULLUK
Kentsel dönüşüm hedefinin belki 10-15 senelik bir arka planı var ama bu süreç aynı zamanda başka süreçlere paralel olarak ilerledi. Örgütlerin buradaki varlıklarının daha pekiştiği süreçler yaşadık. Son dönemde o örgütlerle devlet arası çatışmalara sahne oluyor. Burası da Gazi Mahallesi gibi İstanbul içinde bir gri bölge mi? İçgöçle bunun ne kadar alakası var?
17 yıllık süreçte gördüğüm ve şahit olduğum şu; buradaki insanların etnik kimlikleri ve tercihleri bence sınıfsal olarak yaşadıkları problemlerin çok gerisinde. Benim nazarımda buradaki insanların asıl dertleri ekonomik. Burası yoksul bir semt. Sıkıntı burada aslında. Burada onlarca fason atölye var, tekstilde sigortalı sigortasız yüzlerce insan çalışıyor. Bir insanı yaşam boyu yoksulluğa mahkûm etmek ona uygulanacak en büyük şiddet değil midir? Şimdi herkes kendi hemşerilik kimliğini koruyarak ayakta kalmaya çalışıyor. Bunlar köyden, kasabadan taşıdıkları ilişkilerini değiştirmeden buraya getirdiler ve aynı ilişkilere burada devam ettiler. Mesele biraz da bu. Bu yüzden Okmeydanı’nda homojen, blok bir şey olamaz.
Oysa Okmeydanı’nda Aleviler yoğunlukta diye biliniyor.
Değil. Okmeydanı’nı Piyalepaşa diye tarif ederseniz, bakın son seçimlerde AKP ne almış, CHP ne almış. Reflekslerini tahmin edebiliyoruz en azından. Hangi partilere oy çıktığına bakabilirsiniz. Bu insanlar burada yaşıyordu zaten yıllardır ve bir şey yoktu.
YERİN YEDİ KAT DİBİNDE ÇALIŞANIN ALEVİ Mİ SÜNNİ Mİ OLDUĞUNUN NE ÖNEMİ VAR
DHKP-C’nin ve PKK’nın fraksiyonlarının burada ciddi bir varlığı var. Bunun hemşerilik meselesiyle ilgisi var mı?
Hayır. Bu da onlar için bir siyasal duruş, tavır alıştır. Ona ne diyebilirsiniz ki?
Neden Okmeydanı’nı seçiyorlar o siyasi duruşu sergilemek için?
Hayır, sadece Okmeydanı da değil. İstanbul’un etrafı, büyükçe bir kesimi zaten iç göçle birlikte Anadolu’daki bütün bağlantılarını, kimlik farklılıklarını da taşıyarak geldi. İstanbullu olamadı, “kentlileşme” denen süreç tamamlanamadı. Tam da bunu söylüyorum. İstanbullu olun diyoruz. İstanbullu olmak İstanbul’a sahip çıkmak demek. İnsanları siz etnik ya da siyasal kimliklerle tanımlamaya, bölmeye başladığınız zaman sınıfsal düşünmekten de uzaklaşıyorsunuz. Benim için yerin yedi kat dibindeki bir fason atölyede sigortasız çalışan bir kızın Kürt mü, Alevi mi, Sünni mi, Türk mü olduğunun ne önemi olabilir?
Burada yaşayan herkes de sizin gibi mi düşünüyor?
Kuşkusuz böyle düşündürtülmüyor olabilirler.
Devletin her şeyimizi takip edebildiği bir dünyada Okmeydanı’nda, Piyalepaşa Mahallesi’nde kimin ne yaptığını bilmeme ihtimali var mı?
Kontrol ediyordur, onu bilemem. Ama görmemesi mümkün değil burada yaşanan sosyo-ekonomik süreci.
Ankara’nın bu arazilere ihtiyacı var
O halde göz mü yumuldu bugüne kadar örgütler de dahil burada yaşananlara?
Sadece burası değil. Bu insanlar 1950’li yıllardan itibaren ucuz işgücü olarak geldiler. O zaman bunların kimin arazisine, nasıl ev yaptığına bakmadılar. Sağlıklı konut planları önermediler. Onları belki de gecekondu mafyasının eline teslim ettiler. Bu arsalar kıymetlenip bu binaların üzerine yeni binalar eklendikçe, bu insanlar da buradaki rantı ve kıymeti keşfettiler. Belki böyle bir pazarlığa girdiler yöneticileriyle, adına ‘clientalism’ denilen bir ahbap-çavuş ilişkisini yaşadılar. Ve her seçim öncesinde, yeniden “tapular alınıyor, veriliyor” muhabbetine maruz kaldılar. Bunları karşılıklı bugüne kadar taşıdılar. Şimdi merkez sıkıştırıyor, genişlemek istiyor, bu arazilere ihtiyacı var.
Ankara’yı kastediyorsunuz.
Kuşkusuz.
Niye ihtiyacı var merkezi idarenin bu alanlara?
Bana çok da anlamsız gelmiyor. İstanbul’un arazi anlamında sadece Türkiye içinde değerlendirilebilecek bir kıymetten çıktığını, bir dünya kenti olarak kıymetlendirildiğini düşünüyorum. Oysa siyasetin dürüstçe, buradaki insanları da karar mercii olarak dahil edip, onlarla birlikte, onları ikna ederek, onların rızasıyla, onları sistemin içinde tutarak sağlıklı bir Okmeydanı kurmaya çalışması lazım.
ENTELEKTÜEL VASATIMIZ DA TOKİ KONUTU GİBİ
Bunu Sulukule’de yapmadılar, Dolapdere’de yapmadılar. Burada niye yapsınlar?
Burası zaten değişirse bu insanların ben burada yaşayabileceklerini zannetmiyorum. Buradaki yaşam ilişkileri değişecek. Domatesi, salatalığı bu fiyata alamayacaklar. Kendi sosyal alışkanlıklarından vazgeçecekler. Dayanışma ruhu falan kalmayacak. Bourdieu’nun habitus kavramı antropolojinin en çetrefilli konularından biridir. Ben bunu ‘aslan yatağından belli olur’ kavramıyla Türkçeleştiriyorum. Tamam, insan yaşadığı yere benzer ama insan bir süre sonra yaşadığı yeri de kendine benzetir. Her anlamda değiştiğimiz ve birbirimizi değiştirdiğimiz bir yapı içindeyiz. Bana mimari olarak sunduğun şey bir TOKİ konutuysa, habitus olarak da buradan farklı bir şey çıkmıyor. Entelektüel vasatımız da böyle. Birbirine benzeyen ilçeler, kaldırımlar, birbirine benzeyen televizyon programları, hatta kitaplar. Bizim habitusumuz bu işte. Okmeydanı’na önerilen şey de bundan farklı bir şey değil. Bu insanlar işte buna güvenmiyor. O nedenle de tırnaklarını buraya geçirebilmek için her şeyden medet umabilirler.
Çehov ve Turgut Uyar okuyan doktora muayene olun
‘Çehov okumayan doktor kötü bir doktordur’ diyorsunuz. Neden?
(Kahkahalar) Evet, ben onu söyledim birkaç yerde. Turgut Uyar okumuş bir cerraha ameliyat olun, Çehov okumuş bir doktora muayene olun eğer şansınız varsa. Ben Çehov’dan sonra başka bir adam oldum. Çehov hikâyelerini basit meseleler içindeki detaylardan bulur çıkarır biliyorsunuz. Bu size ayrı bir derinlik, yetkinlik kazandırır. Hayata daha yumuşak bir yerden bakmaya başlarsınız. Hastanızı sadece ilaç ya da tedavi isteyen bir figür olarak düşünmezsiniz, onunla birlikte yola çıkmış bir arkadaş gibi düşünmeye başlarsınız. Hasta-hekim ilişkisi hakikaten de ancak dokunmakla mümkün olan bir ilişkidir. Şimdi biliyorsunuz doktorlar ‘Kendisi gelmesin, bir dosyasını, tahlillerini gönderin bakayım’ diyorlar. Böyle bir şey var mı! Hastayı görmeden teşhisler konuyor artık. Tıbbın olmazsa olmazıdır dokunmak. Sadece hastalığını dinlemek de değil mesele. İlacını al, şekerini ölçtür demek kolay. İyi de adamın evini başına yıkıyorsun. İdam fermanı gibi karar göndermişsin ‘Ya 5 yıl geriye dönük olarak kira öde ya da yıkacağım’ diye. Ben de aslında kendimce bu yapının içindeyim. Sadece uyumak için gidiyorum Ataşehir’e, aslında Okmeydanılıyım. Bir depreme yakalanacaksak eğer, muhtemelen ben burada yakalanacağım. Ben burada hastanecilik yaptığım için ekonomik olarak özgürüm. Onun için özgürce projelerimi seçebiliyorum, özgürce senaryo kitap yazabiliyorum. Buraya minnet borçluyum ben.
OKMEYDANI BENİ ‘HÜKÜMET KADIN’DAN BİLİYOR
Senaryosunu yazdığınız, oynadığınız filmlerle Cannes’da kırmızı halıda yürüdünüz iki kez. Okmeydanı ahalisi farkında mı bunların?
Başka filmlerden yola çıkarak beni daha çok tanıyorlar. Mesela Hükümet Kadın’dan. Zaten severlerdi beni, bu tanınmışlık da üstüne koydu.
Ama Hükümet Kadın’dan tanıyorlar, Üç Maymun’dan değil.
Evet tabii... (Kahkahalar) Onları seyretmemişler ki. Ama bunun da bende şöyle bir karşılığı var. Ben en son ‘Ben o değilim’ diye bir filmde oynadım. Yedikule’de çektik. Ben orada hastane bulaşıkçısını oynadım. Öğle arası oluyor. Üzerimde bildiğiniz müstahdem kıyafeti var ve benim hastane için banka işlerim var, çekler imzalamam gerekiyor. Şoförüm gelip alıyor, üzerimde o kıyafet geliyorum buraya çekleri imzalıyorum. Sonra tekrar sete dönüyorum. Burada yönetim kurulu başkanıyım, orada paspasçıyım. Bendeki ruhsal karşılığı ne biliyor musunuz? Hayatta her şey olabilirsin ama hiçbir şey değişmez. Ne olursan ol, sorun hep aynı; varoluşsal meseleler. Bu dünyada niye yaşadığına dair bir hesaplaşma.
SOLCU YA DA SAĞCI OLMAK KİMSEYİ ZALİMLİKTEN KURTARMAZ
Herkes kendi içinde benzer hesaplaşmalar yaşar diyorsunuz.
Tabii ama birilerinin işi daha zor. İşte biz de ona sınıf mücadelesi diyoruz, mazlumun yanında durmak diyoruz. Birileri gelip aklı karıştırıyor. Bunun içine bir sürü şey koyuyor; Alevilik koyuyor, Sünnilik koyuyor, Türklük, Kürtlük koyuyor. Ben bunları solculuk üzerinden de söylemiyorum. Bana göre zalim solcular da olabilir. Kimseyi solcu ya da sağcı olması zalimlikten kurtarmaz. Kimseyi Alevi ya da Sünni olması da kurtarmaz. Orada tam Cemil Meriç gibi düşünüyorum; mesele insan olmakla, iyi insan olmakla ilgili.
Tüm bu söylediklerinizden şunu çıkarıyorum ben; devlete diyorsunuz ki Okmeydanı’ndaki insanlara insan gibi muamele yapın, kimliklerinin peşinden gitmeye zorlamayın. Doğru mu?
Bu kimliklerinden dolayı onları yargılamayın. Sürekli kimliklerin altını çizmeyin. Bunu yaptığınızda onların akılları karışıyor, sınıfsal kimliklerini unutuyorlar. Kime, nasıl ve ne şekilde karşı çıkacaklarını bilemez hale getirilebiliyorlar.
Berkin ile Burakcan’ın ailelerinin derdi ortak; tutunmak
Berkin-Burakcan ayrımının biz bizzat Başbakan Erdoğan’ın kendisi tarafından yapıldığına tanık olduk. ‘Giresun Alucralı kardeşim’ diyerek Burakcan’a sahip çıkması, öte yanda da Berkin’in annesini kendi mitingine gelenlere yuhalatması Okmeydanı’ndaki psikolojiyi etkiledi mi?
Ben Berkin’in babasıyla konuştum bunu. Burakcan’ın babasıyla yaptığı telefon konuşmasını aktardı bana. Yok onlarda böyle bir şey, emin olun. Bu nobranlık, hoyratlık, hoşgörüsüzlük yok onlarda. Berkin’in babası diyabettir ve benim hastamdır. Annesi de. Bu aileleri tanıyorum ben. Birbirlerini çok iyi anlıyorlar. Evlat acısını biliyorlar onlar. Onların derdi, hakikaten de toprağından kopup gelip burada yaşamaya çalışmakla ilgili bir dert. Tutunmak istiyorlar. Gelecek korkusu olmadan yaşamak istiyorlar.
Aralarında gerçekten de Alevi-Sünni çatışması yok mu?
Emin olun yok. Ortak dertleri yaşamak, ayakta kalmak. Fakat bu konuda ümitleri eksik, hayalleri kırık. Bu sefer, bunu bu mezhebi yapı doldurmaya başlıyor. Giresunluluk, Sivaslılık öne geçiyor. Onların da bundan mutlu olduğunu, buna bel bağladıklarını, buna çok fazlasıyla yaslandıklarını düşünmüyorum. Sabahleyin o hayat gailesinin içine birlikte giriyorlar. Burakcan’ın babası da orada, aşağıda işte. Yoksul bir adamcağız. Berkinlerin oturduğu ev de aynı, o kadar. Bu insanların vasatları bu. İkisi de ayakta kalmaya, İstanbullu olmaya çalışıyor.
HEPİMİZE KONFEKSİYON HAYATLAR ÖNERİLİYOR
Bu memleketten kopup gelen ve tam olarak İstanbullu da olamayan bahsettiğiniz topluluklar için tersine göç bir aşamada seçenek olabilir mi, devlet Anadolu’da iş imkânları yaratırsa?
Ben tersine göç düşünmüyorum. Ama içgöçün hızının kesilebilir, en azından bulundukları yerdeki toprağa sahip çıkarak hayatlarını orada sürdürmeye dönük bir çalışma yapılabilir. Ama buradan bir geriye dönüş olamaz. Bu insanların burada yaşamalarına uygun yerel yönetim projeleri hazırlasınlar. Oysa buradaki insanlar masanın üzerine serilen haritalardaki mavi yeşil renkli topluiğne başı gibi düşünülüyor bu projeler hazırlanırken. Herkese konfeksiyon bir hayat öneriliyor. Ben de farklı bir şey yaşamıyorum. Akşam Ataşehir’e gidiyorum ve hüzünle o kutulardan birine yerleşiyorum ben de. Eşimle kendimizce de teselli buluyoruz; “sabahları yürüyebileceğimiz bir alan var, oğlanın okulu yakın” falan. Böyle saçma şeylerle kendimizi kandırıyoruz. Ekonomik durumu biraz daha iyi olan birisinin hayatında farklı ne var ki? Bize daha iyi diye önerilecek şey de Kemerburgaz ve Zekeriyaköy. Orada farklı ne var ki? Ciplerle dağın başına gitmeye çalışan insanlar.