Güncelleme Tarihi:
GAP projesiyle birlikte iklimi, rengi değişen Kahramanmaraş, hem eskiyi korumuş, hem yeniye kucak açmış. Dostsever insanları, el sanatları, göl manzarası ile konuklarını kucaklayan kentte gördüklerimi bu hafta yediklerimi de haftaya anlatacağım.
Neden çok gezdiğimi soranların sayısı oldukça fazlalaştı. Ben bu soruyu, Estonyalı filozof Hermann Keyserling'in şu cümleleriyle yanıtlıyorum: ‘Akıl, salt kendi ürünleri ile çevrili olduğu sürece asla özgür olamayacağı için, dış deneyim gereklidir. Kendilerini kendi dünyalarına kapatanların tümü, bu dünya ne kadar engin olursa olsun, solup gitmeye mahkumdur. Onların içsel yaşamları zenginleşmez. Tam aksine cılızlaşır. Giderek kendilerine özgü niteliklerinde kemikleşir kalırlar...’
Ben de aklımı ve bedenimi daha da özgür kılmak için yollara düşüyorum. Yabancı enlemlerde yaptığım gezilerden edindiklerimle iç dünyamı sulayıp, canlandırıyorum.
Setur'un ‘gemiyle Alaska’ davetini reddetmenin burukluğunu yaşarken, Mado Dondurmaları’nın sahibi Mehmet Kanbur'un telefonu geldi. Mehmet Bey, ‘damağı kuvvetli’ olan bir grubu Kahramanmaraş'a davet ettiğini, benim adımı da listeye yazdığını söyledi. Gezi programı öylesine ağız sulandırıcıydı ki, ‘gelirim’ demekten başka çarem kalmadı.
Sabahın köründe, yarı uykulu, havaalanında buluşup önce Adana'ya uçtuk. Oradan bir minibüsle Kahramanmaraş'a doğru yola koyulduk. Bu yolculuğumuzda, Atilla Kanbur ekip başlığı yapıyordu. Daha doğrusu, kaprislerimizi göğüslemek işi ona düşmüştü.
TİTREME YERİ
Yol boyunca bir yandan konuşmalara kulak kabartıyor, bir yandan da notlarıma göz atıyordum; Kahramanmaraş'ın adıyla ilgili birçok söylence vardı. Bunlardan aklıma en yatanı İslam döneminde konanı oldu. O dönemde bu kente, ‘titreme yeri’ anlamına gelen ‘Mar'aş’ deniyordu. Bunun nedeni de, çeltik tarlalarından yayılan sıtma hastalığı yüzünden insanların ateşler içinde titremesiydi. Bizans döneminde bu isim, Marasion olarak değişti. Bizans'tan sonra ise Maraş oldu. 7 Şubat 1973 tarihinde de Maraş'ın önüne, ‘Kahraman’ lákabı eklendi.
Kentle ilgili kayıtlara bakıldığında, 1858 yılı başlarındaki Maraş'ın, etnik ve dinsel yönden rengarenk olduğu görülüyordu. Kentte çoğunluğu teşkil eden Müslüman ahalinin yanı sıra Melşitler, Süryaniler, Ermeniler, Keldaniler, Rumlar, Protestanlar ve Yahudiler de sayılarına göre birer ikişer mahalleye sahiptiler.
TEPEDEN BİR BAKIŞ
Evliya Çelebi'nin her yer için söyleyeceği bir şeyler olur da Kahramanmaraş için olmaz mı?... Yola çıkmadan önce göz attığım seyahatnamesinden şu notları okudum: ‘Bu şehrin havası ve suyunun güzelliğinden dolayı halkının benzi kırmızıdır. Halkı dostseverdir. Çok zeki bilginleri vardır. Kadınları gayet güzel ve tatlı dillidir. Çarşıda alışveriş yaparken öyle hüzünlü bir sesle konuşurlar ki, tüccarlar sadece mallarını değil, canlarını bile yollarına serip feda ederler. Narı çok sulu ve güzeldir. Çevre illere deve yüküyle gönderilir.’
Yemekli, sohbetli bir yolculuktan sonra, öğleye doğru Kahramanmaraş'a vardık. Otele yerleştikten sonra, soluğu öğle yemeğini yiyeceğimiz restoranda aldık. Daha sonra hem hazmetmek hem de çevreyi tanımak için sokaklara döküldük.
Kenti kuşbakışı izlemek için en ideal yer, İ.Ö. I. yüzyılda yapılmış olan kaleydi. Bir bakışta göze çarpan manzarayı şöyle sıralamak mümkündü: Kentin yaslandığı Ahır Dağı, dolambaçlı sokaklarda tek tük kalmış ortası avlulu eski evler, Sütçü İmam'ın Fransızlara ilk kurşunu sıktığı meydan, verimli Amik Ovası'nın başlangıcı, Adana yolu boyunca sıralanmış tekstil fabrikaları, kente bir başka güzellik sunan Sır Barajı, şimdilerde betonarme apartmanlardan oluşan yeni mahalleler ve XVI. yüzyıldan kalma, sekizgen tabanlı minaresiyle Ulu Camii...
Kaleden etrafı seyredip, taklacı güvercinlerin şovunu izledikten sonra sokakları arşınlamaya başladım. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın dar sokaklarda gördükleri yerli yerinde duruyordu. Maraşlı ustalar hala bıkmadan usanmadan, ipek ve ten kadar yumuşak deriden, ayağa bir eldiven gibi yapışan ‘gül şeftali’ ayakabıları yapıyorlardı. Dayanamadık, Tuğrul Şavkay'la birer çift aldık. Ardından da, ‘Hovardanın şaşkını, gül şefteli giyer kış günü’ tekerlemesini söyledik. Hatta ayağımızdaki ayakkabıları paket ettirip, günün geri kalanında kırmızı yemenilerle gezdik.
Daracık sokaklardaki saraçlarda da değişen bir şey yoktu. Kadifeli, sırmalı rengarenk eğerleri inceden inceye işliyorlardı. Bakır kazanlar, taslar, güğümler, ceviz oymalar Maraşlı ustaların sabırlarının birer göstergesiydi. Tatlıcıların vitrini, güzel bir kadından daha tahrik ediciydi. Dükkanların önünden, şerbetlerini akıta akıta bekleşen tatlıları yemeden geçebilmek için, yüksek irade gerekliydi.
Kahramanmaraş'ın kuyumcuları da toplumsal yaşamda önemli rol oynuyorlardı. Yan yana sıralanmış dükkanların vitrinleri, kuyumcu ustalarının el emeği olan göz kamaştırıcı takılarla doluydu. Geleneklere göre, kızı alabilmek için bir altın kemer, iki metrelik altın kordon ve sayısı kız evinin insafına kalan altın bilezikleri ve çift burmaları, nişan ve düğün sırasında yüzgörümlüğü olarak vermek gerekiyordu. Bu da bir servet demekti. Bu gelenek yüzünden birçok erkek, başka kentlerden gelin getirmek zorunda kalıyordu.
Eskiden sıcaklar mayıs başında bastırırmış. Biz oraya gittiğimiz de o eski sıcaklar henüz yüzünü göstermemişti. Hatta akşam üstleri ürperdiğimiz bile oluyordu. Anlattıklarına göre, GAP'la birlikte ‘gavur sıcakları’ yerini ılıman bir iklime terk etmişti. Boz toprağın rengi yeşillenmiş, üzümlerin şırası daha da artmıştı. Gün batarken kıyısında oturduğumuz Ceyhan Nehri üstündeki Sır Barajı'nın bakıra çalan suları, karşı tepelerde tek tük ışıkları görünen köyler ve sesizlik, beni başka boyutlara taşıyor, sanki bilincimi hareketsizleştiriyordu.
Kahramanmaraş, gidilesi görülesi bir kent. Hele o yemekleri yok mu? Yaşadığımız lezzet fırtınasını anlatacak yer kalmadı. Bu hafta sizlerle gördüklerimi paylaştım, haftaya da yediklerimi paylaşacağım.