Oluşturulma Tarihi: Mayıs 18, 2002 22:20
Genel olarak mutlu olduğunu söyleyen insanlarımızın oranı 1990'da yüzde 81, 1996'da ise yüzde 88'di. Krizle birlikte yüzde 59 oldu. Mutluluk seviyemiz, son on yılın en mutsuz insanları olan Ruslar’ın düzeyine indi.
Şu anda toplumumuzun ruh hali bir şarkıyla tanımlanmak istenseydi, sanırım en uygun düşeni ‘‘Makber’’ olurdu. Zira toplumun önemli bir çoğunluğu her geçen gün, her yeri biraz daha karanlık görüyor. Son kriz ise, bireysel iyimserliği azaltırken, toplumsal karamsarlığa tavan yaptırdı.
Bireylerin genel olarak hayattan duydukları tatmin, aldıkları haz, memnuniyet 1990'dan itibaren yapılan dört araştırmada sürekli düştü. 2000 yılında Avrupa'nın en gayri memnunları -kolaylıkla tahmin edebileceğiniz gibi- Rusya, Ukrayna, Belarus. Türkiye ise onların hemen arkasından geliyor ve sondan dördüncülüğü Litvanya ile paylaşıyor. ‘‘Bu hep böyleydi’’ demeyiniz. 1990 yılındaki ortalamamız, bugünkü Yunanistan'ın üzerinde, Fransa'nın ise biraz altındaydı.
RUSYA’YI GEÇTİK
Bu durumda ‘‘Ülkede işler genel olarak nasıl gidiyor?’’ sorusunu sormak bile abes kaçıyor herhalde. Ama biz mecburen (Avrupa'da ve dünyada sorulduğu için) sorduk. ‘‘Mesela’’ dedik, ‘‘Ülkenin genel durumuna 10 üzerinden bir not verir misiniz?’’ Son araştırmada not ‘‘Öğretmenler kuruluna bile kalamayacak kadar’’ düşük çıktı: 2.5. Ondan 10 ay kadar önceki not gene kırıktı ama on üzerinden üçün birazcık üzerindeydi. 1996'da ise dörde yakındık.
Bu sonucu diğer ülkelerle karşılaştırdığımızda, şu anda Avrupa'nın en kötümser, en umutsuz toplumu olan Rusya'nın bile altına düştüğümüzü görüyoruz (sağdaki tablo). Ama size daha da kötü bir haberim var. 1999-2001 yılları arasında yapılan araştırmalarda bu soruya cevap veren 53 ülke halkı içinde, en düşük ortalama Türkiye'de. Bir yanılma olmasın diye rakamları birkaç kez kontrol ettim. Bizim hemen üzerimizde Rusya var. Sonra da Sırbistan geliyor.
‘‘Bu kadarını da hak etmedik’’ diyorsanız, siteminizin muhatabı halkımız ve yöneticilerimiz. Sizin gibi ben de hemen ‘‘Peki ama Arjantin?’’ diye soruyorum. Bu sorunun iki cevabı var. Birincisi, bu veriler ülkenin objektif durumunu göstermiyor. Halkın gözündeki durumu gösteriyor. İkincisi ise, Arjantin verileri 22 Ocak-9 Şubat 1999 tarihleri arasında toplanmış. Yani üzerinden üç yıldan fazla bir zaman geçmiş. Şimdi durumun çok farklı olduğu kuşkusuz.
Bu devirde babana bile güvenmeyeceksin
Güven, günümüzün en revaçta olan kavramlarından biri. Sosyal sermaye olarak adlandırılan ve gerek ekonomik kalkınmada, gerek demokrasinin gelişip yerleşmesinde büyük rolü olduğu ileri sürülen değerlerin de başında geliyor. Burada kastedilen, bir toplumda kişilerin genel olarak birbirlerine güvenip güvenmedikleri. Başka bir deyişle, kişi önceden tanımasa da, iş yaptığı, alışverişe girdiği, sosyal ilişki kurduğu insanlara güvenebilir mi? Yoksa sürekli bir ‘‘Ya bu adam bana bir kazık atarsa; aman dikkatli olmalıyım’’ duygusu içinde mi yaklaşır başkalarına?
Türkiye'de daha popüler olan ve ilgi uyandıran konu ise çeşitli kurumlara (özellikle de Silahlı Kuvvetler’e ve siyasal kurumlara) duyulan güven -daha doğrusu güvensizlik. Literatüre göre, kişilerarası güven, sonuçları itibariyle kurumlara duyulan veya duyulmayan güvenden daha önemli. En azından şöyle diyelim: Gelişmiş ülkelerde, kurumlara duyulan güven hayli düşük düzeylerde. Üstelik eğitim düzeyi yükseldikçe, kurumlara duyulan güven azalıyor. Oysa kişilerarası güven için bunun tam tersi bir durum sözkonusu. Batıda insanlar birbirlerine çok daha fazla güvenebiliyor. İskandinavya ise kişilerarası güvenin en yüksek olduğu coğrafya. Biz hem kişilerarası güvenle, hem kurumlara duyulan güvenle ilgili bulgularımıza kısaca bir göz atalım. Dünyada birbirine (burada kastedilen aile, dostlar, yakın çevre değil) en az güvenen toplumlardan biri olduğumuzu söylersem bana inanmayabilirsiniz. O yüzden, şairi yardıma çağıracağım. ‘‘Ölüm Tehlikesi’’ adlı şiirinde, bakınız ne diyor Cahit Sıtkı Tarancı:
Hızla geç kalabalık caddeden
Şoför milletine güven olmaz
Çabucak sapıver sokağına
Akşam karanlığı tekin değil
Durma çal evinin kapısını
Taş düşebilir komşu duvardan
Bazen birkaç mısra, durumu sayfalar dolusu veriden daha iyi açıklayabiliyor. Türk insanının vatandaşına karşı güvensizliği de aynen böyle. Komşunun duvarına bile güvenmeyeceksin. Eski deyimle, teyakkuzu hiç elden bırakmayacaksın.
Kişilerarası güven konusunda rakam vermeye gerek yok. Bulgular hep aynı sonuca işaret ediyor: Türkiye kişilerin birbirlerine duydukları güvenin fevkaláde düşük olduğu bir ülke!
Kurumlar Arasında Güven Yarışı. Bu konunun medyamızda pek popüler olduğunu biliyoruz. Çok değişik konulara değinen, ana fikri bambaşka olan araştırmaların içinden bile bu güven meselesi cımbızla çekilip çıkarılabiliyor.
Siyasete güven dibe vurdu.
AB'ye şu kadar güveniyoruz.
Güven bunalımı!
Her araştırmadan sonra bu tür başlıklara rastlamak mümkün. Ama sık sık da, gerek araştırmaların yönteminde, gerek sonuçların yorumlanmasında ciddi hatalar yapılabiliyor. İşte bunlardan birkaç tanesi:
Kişi ile kurum aynı terazide ölçülemez:
Elmalarla armutlar karıştırılıyor. Örneğin Cumhurbaşkanlığı'na ve Silahlı Kuvvetler'e duyulan güven, aynı ölçekte birbiriyle karşılaştırılıyor. Oysa ‘‘Cumhurbaşkalığı'na güvenir misiniz?’’ sorusu şu sırada ‘‘Ahmet Necdet Sezer'e güvenir misiniz?’’ ile eşdeğer. Yani burada sözkonusu olan bir kişi. Silahlı Kuvvetler denince ise akla gelen bir kurum, kesinlikle kişiler değil. Kişi ile kurum aynı terazide ölçülemez.
Anne sevgisiyle deniz sevgisi aynı şey değil:
Kurumlara karşı güveni bile birbirleriyle karşılaştırırken dikkat etmek gerekir. İşlevleri çok farklı kurumlara duyulan güvenin türü de muhtemelen farklıdır. Size ‘‘Annenizi sever misiniz?’’ ve ‘‘Deniz sever misiniz?’’ diye sorsam, ikisini de çok sevdiğinizi söyleyebilirsiniz. Ama herhalde aynı tür sevgiyi kastetmezsiniz. Farklı şeylerin aynı birimle karşılaştırılması ise yanıltıcı olabilir.
Siyaset kurumlarının durumu her yerde aynı:
Türkiye'de siyaset kurumlarına (örneğin partiler, parlamento, hükümet) duyulan güvenin düşük olması sık sık vurgulanıyor. Bu durumun bütün demokratik ülkeler için geçerli olduğu ise genellikle unutuluyor.
SİYASET, SİYASAL SİSTEM, GÜVEN
Ülkenin geleceği hakkında kötümser
Siyasal katılım düzeyi düşük
Sivil örgütlere katılım düzeyi daha da düşük
Siyasal kurumlara fazla güven duymayan
Yurttaşlar olarak birbirine hemen hiç güvenemeyen
Değişik olana, marjinale, aykırıya fazla hoşgörüsü olmayan
Çoğunluğu kendisini ortanın sağında tanımlayan
Öte yandan hayli eşitlikçi ve gelir dağılımındaki bozukluktan rahatsızlık duyan bir kültür. Kuşkusuz bu çok kaba hatlarla çizilmiş bir resim. Ayrıntılara indikçe, alt gruplara baktıkça ilk bakışta göze çarpmayan pek çok önemli özellik gözleniyor.
Orduya güven azalıyor mu?
Kurumlara duyulan/duyulmayan güvenin sonuçları abartılıyor. Burada her kurumu ayrı ayrı ele alma imkánımız yok. Ama ordu, siyaset ve medya üzerine birkaç söz söylemek isterim. Son araştırmada, bütün kurumlara karşı güvende bir düşme gözleniyor. Bu herhalde Türkiye'nin genel durumu ve insanımızın son yıldaki olağanüstü kötümser ruh haliyle ilişkili.
Değerler araştırmalarına göre, Türkiye'de orduya duyulan güven şöyle gelişti: 1990'da yüzde 91; 1996'da yüzde 94; 2000'de yüzde 86 ve 2001'de yüzde 84. Bu rakamlar ‘‘çok güvendiğini’’ söyleyenlerle, ‘‘biraz güvendiğini’’ söyleyenlerin toplamını ifade ediyor.
1996-97 ile (o araştırma 28 Şubat'tan birkaç ay önce yapılmıştı) 2000 ve 2001 yılları arasında neler oldu? Hemen bazı sonuçlara atlamadan verilere biraz ayrıntılı olarak bakmak gerekiyor. Burada akla gelen ilk açıklama 28 Şubat. O zaman şu soruyu soralım: 28 Şubat özellikle hangi kesimlerin orduya olan güvenini azaltmış olabilir? Bu soruyu ‘‘Dinci kesimlerin ve özellikle iktidardan ayrılan Refah Partisi (daha sonra Fazilet Partisi) yanlılarının’’ şeklinde cevaplandırmak makul olur.
1996 araştırmasına göre, orduya güvendiğini (çok ve biraz güvenenlerin toplamı) söyleyen RP'lilerin oranı 90.2 idi. Oysa RP yanlısı olmayanlarda bu oran yüzde 96'yı geçiyordu. Buna göre, 28 Şubat'tan önce arada küçük de olsa bir fark vardı. 2000 yılında, orduya güvenen FP yanlılarının oranı 80.7. Yani 10.5 puanlık bir düşüş var. FP'li olmayanların orduya güvenme oranı ise 87.1. Bu grupta düşüş 9 puan. İki grup arasında bir fark olduğunu söylemek mümkün değil.
RP/FP tercihi ile orduya güven arasındaki ilişki bakımından durum böyle. Şimdi bir de dindarlığa bakalım.
1996'da kendini dindar olarak tanımlayanların (ki vatandaşlarımızın neredeyse beşte dördü) yüzde 95 kadarı, diğerlerinin ise yüzde 91'i orduya güveniyordu. Başka deyişle, dindar olanların orduya daha az güvenmeleri sözkonusu değildi. 2000 yılında dindarlarda oran yüzde 87.7, diğerlerinde de 84.3.
Bu bulgular ışığında şu sonuçlara varıyoruz:
Parti tercihi RP/FP olanlar 1996'da da, 2000'de de orduya diğerlerinden biraz daha az güven duyduklarını söylüyorlardı. Ama aradaki fark sadece altı-yedi puandı.
Parti tercihini bir yana bıraktığımızda, dindar insanların orduya daha az güvendikleri doğru değil.
Orduya güven düzeyindeki düşüşü 28 Şubat sürecine bağlamak mümkün gözükmüyor. Zira RP/FP'lilerdeki düşüş ile diğerlerindeki düşüş birbirine eşit.
O zaman başka bir açıklama bulmak durumundayız. Aradığımız ipucunu, çeşitli kurumlara hiç güvenmeyenlerin 1996 ve 2000 araştırmalarındaki oranlarının verildiği üstteki tabloda bulabiliriz. Galiba kurumlara güvende genel bir düşüşle karşı karşıyayız.
Silahlı Kuvvetler şu anda da ülkenin en çok güvenilen kurumlarının başında geliyor. Avrupa'da da genellikle öyle. Genellikle diyorum, çünkü orduya güvenin istisnai düzeyde düşük olduğu ülkeler de var. Ama Avrupa ile Türkiye arasındaki esas fark orduya duyulan güvenin düzeyinde. Son araştırmada, Türkiye'de orduya güvenenlerin oranını yüzde 84 olarak bulmuştuk. Avrupa ortalaması ise yüzde 57 dolayında.
Şu anda parlamentosuna da, hükümetine de, ayrım yapmaksızın partilerine de hiç güvenmediğini söyleyenlerin oranının yüzde 50’nin üzerinde olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Şu kadarını söyleyebiliriz. Avrupa'da ve dünyada, parlamentosuna hiç güvenmeyenlerin oranının bu kadar yüksek olduğu bir başka toplum yok. Bizden sonra en yüksek oran yüzde 44 ile Arjantin ve Karadağ'da. Onları Rusya ve Meksika izliyor. Öte yandan parlamentoya güvenmeyenler, İrlanda'da sadece yüzde 3, Hollanda'da 5, İsveç'te 6, Danimarka'da 7, ABD'de 13. Türk halkı özellikle de ekonomik krizden sonra, bütün kurumlara olan güvenini belli ölçülerde kaybediyor. Özellikle de ‘‘Kesinlikle ve hiç güvenmeyenlerin’’ sayısı ciddi artışlar gösteriyor. Umutsuzluğa, karamsarlığa paralel bir gelişme bu...
Bizde evlilik modası geçmiyor
Aile, Türk toplumu için çok önemli. Hatta her kurumdan (mesela dost ve arkadaş, din, siyaset, iş) daha önemli. Aslında aldığı bütün darbelere, sanayi-ötesi toplumun bütün salvolarına, postmateryalizmin özgürlük çağrılarına rağmen aile her yerde önemli. Amerika'dan Japonya'ya, Hindistan'dan Şili'ye, Zimbabwe'den İzlanda'ya kadar bulgular Türkiye ile hemen hemen aynı. Tabii istisnalar da var. Örneğin Estonya, Latviya, Litvanya ve Finlandiya'da aileye verilen önem diğer ülkelere göre hayli düşük. Aile denince akla ilk olarak evlilik gelirse de artık sayısı giderek artan bir azınlık (ama gene de her yerde azınlık) için durum biraz farklı. Onlar evliliğin artık modası geçmiş bir kurum olduğu kanısında. Örneğin Fransa'da evlilik kurumunun artık tarih olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 36'yı aşıyor. Pek çok Avrupa ülkesinde yüzde 20-30 arası biryerlerde. Bu bakımdan bize en çok benzeyen toplum, belli konularda fevkalade muhafazakar olan Amerikalılar. ABD'de evliliğin modasının geçtiğini söyleyenlerin oranı onda bir. Bizde ise bunun da altında.
10 kadından 7’si: Reis erkektir
Yeni Medeni Kanun, ailede erkeğin reisliğine son verdi. Ama kanun başka, insanların benimsedikleri değerler başka. ‘‘Bizim toplumumuzda ailenin reisi erkek olmalıdır’’ fikrine katılanların oranı yüzde yetmişbeş olarak bulundu. Kadının her zaman kocasına itaat etmesi gerektiğini düşünenlerin oranı da yaklaşık bu kadar. Bu kadarla da bitmiyor. Bazı kadınların, kocalarından dayak yemeyi hak ettiklerini söyleyenler yüzde 36 (kesin kabul yüzde 9; kabul yüzde 27). Ve nihayet yüzde 16'mız bir erkeğin birden fazla karısının olmasını kabul edilebilir (yüzde 5 kesin kabul; yüzde 11 kabul) buluyoruz. Tabloda, bu bulguların cinsiyete göre dökümü veriliyor. Görüldüğü gibi, kadınlarımız kadın haklarına erkeklerden birazcık daha sıcak bakabiliyor. Ama sadece birazcık! Her on kadından yedisi ailenin reisinin erkek olması ve kadının her zaman kocasına itaat etmesi gerektiği görüşünü kabul ediyor. Erkeklerin neredeyse yarısı kadınların bazan dayağı hak edebileceğini söyleyebiliyor ama kadınların yüzde 28'inin de bu düşüncede olmasına ne demeli? Bu durumda, her dört kadınımızdan birinin üniversite eğitiminin kız çocuktan çok erkek çocuk için önemli olduğunu düşünmesine de şaşmamak gerekiyor. İlginç bir husus da, cinsiyetler arası eşitlik fikrinden bu kadar uzak olan kişilerin, kadının eve para getirmesine bir itirazlarının bulunmaması. Erkeklerin beşte dördünden fazlasının ‘‘Kadın da evin geçimine katkıda bulunmalıdır’’ fikrine katılması kayda değer. Yani kadın parayı getirsin ama kocasının sözünden (soruda kullanılan kelime ‘‘itaat’’) çıkmasın. Çok gerekiyorsa da dayak yiyip, otursun.
Türk kadını erkek gibi düşünüyor
Bulgularımıza göre bir kadın herşeyden önce iyi anne ve iyi bir eş olmalı. Arkasından da evlenirken bakire olmak geliyor. Bir kadında aranılan özelliklere verilen önem 5 puan üzerinden değerlendirilse nasıl bir sıralama ortaya çıkar, tabloda görülüyor. Kadınlarda aranan özellikler konusunda, kadınlarla erkeklerin görüşleri birbirine çok yakın. Kadınların kadınlardan beklentileri, erkeklerin kadınlarda görmek istediklerinden farklı değil.
Mutsuzlukta Avrupalı milletler arasında birinciyiz
Toplumun değerleriymiş... Siyasal kültürmüş... Eşitlikçilik ya da rekabetçilikmiş... Uzlaşmacılıkmış, çatışmacılıkmış... Bunların hepsi bir yana, birey olarak size sorabileceğim en önemli soru tek bir kelime: Mutlu musunuz? ‘‘Birey olarak bu sorunun cevabı kuşkusuz pek önemli de, şimdi konumuzla ne alákası var’’ mı diyorsunuz? Oysa kabul edersiniz ki, bireysel mutluluk toplum açısından da büyük önem taşır. Mutlu bireyler daha iyimser olur. Geleceklerine daha bir güvenle bakarlar. Ülkelerinin yönetimini, üretimini, tüketimini daha olumlu bir gözle değerlendirirler. Üstelik insanın kendini mutlu veya mutsuz hissetmesi bir ölçüde de kültürel bir olgudur. Örneğin Akdeniz kültürleri hayattan bol şikáyet üretir. Buna karşılık kuzey insanı daha kolay mutlu olma eğilimindedir. Bize gelince... Birinci ve ikinci değerler araştırmalarında, bireysel mutlulukta -belki dünyanın en mutlu toplumları arasında olmasak da- çok fazla gerilerde de kalmadığımızı görmüştük. Ancak Şubat krizi, zaten düşme eğiliminde olan bireysel mutluluğumuzu tam tepetaklak etti. Son on yılın en mutsuz insanları olan Ruslar'ın ve onların bazı komşularının düzeyine geldik. Yani faizler, kurlar, iç borçlar, dış borçlar, üretim, yatırım, küçülme, kamu açıkları gibi teknik tartışmalarda kalmadı krizin etkisi. Doğrudan ve somut bir şekilde insanımızın mutluluğunu azalttı. İş, aş ve para sorun olunca, galiba saadet de çekip gidiverdi. Birkaç rakam vereyim. Genel olarak mutlu olduğunu (çok mutlular + biraz mutlular) söyleyen insanlarımızın oranı 1990'da yüzde 81, 1996'da ise yüzde 88 olarak bulunmuştu. Şubat krizinden hemen önce bu oran yüzde 78'e inmişti. Krizle birlikte yüzde 59 oldu. Bu ciddi, çok ciddi bir düşüş. Tabii buna paralel olarak mutsuzların oranı da rekor düzeylere çıktı (soldaki grafik). Sağdaki tabloda bazı örnek ülkelerde mutlu olanların (gene çok ve biraz mutluların toplamı) oranları veriliyor. Görüldüğü gibi, 1996'da Batı Avrupa ile eşdeğer olan bireysel mutluluk oranlarımız ciddi bir pike yaptı. Şöyle ya da böyle mutlu olanların yanında, bir de hayatından pek mutlu olmayanlarla hiç mutlu olmayanlar var. Hiç mutlu olmayanlara baktığımızda, açık ara Avrupa birincisi olduğumuzu görüyoruz. İşte kesinkes mutsuzların oranlarının en düşük ve en yüksek olduğu Avrupa ülkelerinden birkaç örnek: Hollanda, Lüksemburg, Danimarka, İzlanda ve İrlanda'da kesin mutsuzların oranı yüzde birin altında. Avrupa Birliği ülkeleri içinde en yüksek oran Yunanistan'da: Yüzde 3.5. Genel olarak Avrupa'da en yüksek yüzdeler ise Rusya (10), Ukrayna (10), Romanya (12) ve Bulgaristan'da (13). 2001 sonu Türkiye'sinde bulunan oran ise yüzde 18. Oysa bu 2000 Kasım krizinden sonra yüzde 9 olarak bulunmuştu. 1990 ve 1996 araştırmalarında ise sadece ve sadece yüzde 2-3 dolayında.
Sözü uzatmaya gerek yok. Krizimizin insanımızın mutluluğu üzerindeki faturası çok ağır oldu.