Güncelleme Tarihi:
CAHİLİYE döneminde, Türkçesi “Malı olmayan, fakir” olarak adlandırılan “Su’luk” adında bir grup vardı ki şairdiler. Şiirlerinin konusu, sınıfsal karakterlerine uygundu ve ilk dönemlerinde zenginliğe, sosyal eşitlik talebini içeren beyitleriyle karşı çıktılar. Zamanla da “cimri” zenginlere ve kendilerini dışlayan kabilelerine saldıran; ele geçirdikleri malları fakirlere eşit olarak dağıtan bir harekete dönüştüler.
Ekmeğini paylaşmayan zengin
Arap Edebiyatı’nda özel bir yeri olan şiirin en önemli örneklerini veren “Su’luk” şairleri üç ana gruptan oluşuyordu. Ekonomik hayatın çarpıklıkları nedeniyle Su’luk olanlar en önemli gruptu, Urve b.el Verd ise grubun bilinen en ünlü liderleriydi. Fakirler, Urve b. el Verd’i gördükleri yerde, “Fakirlerin babası” çağrısıyla seslenir, yardım isterdi. Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi adlı çalışmada Urve’nin zenginlerle ilgili düşünceleri şöyle aktarılır: “Urve b. el-Verd, bir şiirinde şişman bir zenginle alay etmiş ve zenginin şişmanlığını ekmeğini sadece kendisinin yemesine Bağlarken kendisinin zayıf olmasını ekmeğini başkalarıyla paylaşmasına bağlamış ve kendi bedenini birçok bedenlere taksim ettiğini, bu sebeple her bedende bulunduğunu dile getirmiştir.”
Alışıktır kemik parçalarına
Urve’nin, zenginler kadar “kaderlerine razı” fakirlerle de problemi vardı. Urve’nin “Allah fakirin belasını versin! Gecesi çekince karanlıktan perde/ Alışıktır kemik parçaları seçmeye develerin kesildiği yerde” beyti bu probleminin en “veciz” ifadesinden biridir. Urve, “kaderine razı olmayan” fakirler için ise şu methiyeyi düzer: “Bir gün ölümle karşılaşsa, bu şerefli bir rastlayıştır/ Bir gün gelir de zengin olsa, o zaten bu en layıktır.”
Kulaklarım tıkalı tehditlerinize
Su’luk şairlerin bir diğer grubunu ise “Kabilelerinden kovulanlar” oluşturur. Kabilelerinin baskıcı ortamına dayanamayanların ya da işledikleri bir suç nedeniyle kabilelerinden dışlananların meydana getirdiği bu grubun önemli şairleri arasında Haciz b. Avf vardır. Atlardan bile hızlı koşmasıyla da ün salan Haciz’in bir yolculuk sırasında yolunu kaybettiği, susuzluktan öldüğü kimi kaynaklarda yer alır. Haciz, sık sık baskın düzenlediği Hasamoğulları’nun tehditlerine, “Hem gök gibi gürlemenize hem şimşek gibi çakmanıza/ Kulaklarım tıkalıdır öldürmekle tehditler savurmanıza” dizeleriyle hiçe sayar.
Arap Kargaları veya melezler
Su’luk şairlerin üçüncü grubu ise “Arap Kargaları” adı verilen melezlerdir. Anneleri Habeş asıllı cariyeler olduğu için hor görülen “Arap Kargaları” için iki seçenek vardı. Ya ikinci sınıf vatandaş muamelesini kabullenecekler ya da babalarının kavmine isyan edeceklerdi. İkinci yolu seçenler “Su’luk Şairler” hareketi içinde önemli bir yer edindi. Mal paylaşımında çok daha dikkatli davranan bu grup içinde öne çıkan şair ise “Eş- Şenfera” oldu. Ad olarak kendine “Kalın dudaklı” anlamına gelen ‘Şenfera’yı seçen bu şair baskın gecelerini anlatan şiirleriyle ün saldı: “Bineklerinizin yönlerini doğrultun (gidin) ey kavmim/ çünkü artık sizden başka bir kavme daha çok meyilliyim/ Gece mehtaplı, ihtiyaç duyulan her şey tam hazırlanmıştır/ Belli maksatlar için binekler amade, takımlar bağlanmıştır/ Sizden başka ailelerim vardır: Süratli koşan kurtlar/ derisi kaypak benekli kaplanlar ve yeleli sırtlanlar.”
Su’luk Hareketi ve İslam
İsmail Özsoy’un aşağıda künyesini vereceğimiz makalesinin sonuç bölümüyle bitirelim: “...Su’lukçuluk düşüncesine sahip olan bedevilerin bu ideallerin, sosyal adalet anlayışını belli ilke ve esaslarla gerçekleştirmeyi hedef alan, hayata geçirmeyi başaran İslâm’ı kabullenmelerini kolaylaştırdığı söylenebilir.”
Meraklısı için kaynaklar
Daha geniş bir bilgi için bu yazıya da kaynak olan Prof. Dr. Kadri Yıldırım’ın “Cahiliye Dönemi Arap Edebiyatında Su’luk Şairler Hareketi” ve İsmail Özsoy’un “İslam Öncesi Dışa Kapalı Arabistan’da Sosyo Ekonomik Bulgular ve Su’luklar Hareketi” makalelerine bakılabilir.
DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULU KARARLARINDAN
KURUMLARA zekat vermek: Aldıkları zekât ve fitreleri bir fonda toplayıp bunu yalnızca Tevbe suresinin 60. âyetinde belirtilen yerlere (fakir, miskin, borçlu, yolda kalmış, Allah yolunda olan kişi) sarf ettikleri bilinen ve kendilerine her bakımdan güvenilen kimseler eliyle yönetilen dernek, kurum ve yardımlaşma fonlarına zekât ve fitre verilmesinde dinen bir sakınca yoktur. Ancak cami, Kur’an kursu, okul vs.nin inşaat, yakıt vb. giderlerini karşılamak üzere zekât ve fitre vermek caiz değildir.
KONULU HADİS PROJESİ
Çocuklar arasında ayrım yapılmamalı
GENÇ sahabi Nu’mân b. Beşîr anlatıyor: “Babam servetinin bir kısmını bana bağışladı. Bunun üzerine annem Amra bnt. Revâha, ‘Allah Resûlü (sav) şahit olmadıkça ben (bu işe) razı değilim.’ dedi. Babam, bana yaptığı bağışa şahit olmasını istemek için Hz. Peygamber’in (sav) yanına gitti. Resûlullah (sav) ona, ‘Bunu bütün çocuklarına yaptın mı?’ diye sordu. Babam, ‘Hayır.’ diye cevapladı. Bunun üzerine Resûlullah, ‘Allah’tan korkun, çocuklarınız arasında adaletli olun!’ buyurdu. Babam da geri döndü ve bağışından vazgeçti.” (Müslim, Hibe, 13, no: 4181) Hazırlayan: Dr. Mahmut Demir/ Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı
Dr. Ülfet Görgülü: Nefis terbiyesi
HZ. ALİ Efendimiz bir harpte kılıçla mücadele ederken hasmının kılıcını düşürür, yere yatırır ve tam boynuna vurmak üzeredir ki, adam tüm hışmı ve öfkesiyle Hz. Ali’nin yüzüne tükürür. Hz. Ali kılıcını geri çeker ve adama serbest olduğunu, kalkıp gitmesini söyler. Adam canından olmak üzereyken ve attığı tükürüğün bu işi hızlandırmasını beklerken gördüğü bu davranışa anlam veremez, sebebini öğrenmek ister. Hz. Ali’nin cevabı bakın nasıldır: “Biraz önce sen Allah için düşmanımdın. Ama yüzüme tükürdüğün andan itibaren bu işe nefsimin karışmasından endişe ettim. O yüzden artık serbestsin.”
Bu kısa hikayeden de anlıyoruz ki; insan iç aleminde taşıdığı nefsin etkisi altında kalmaya, her an gel-gitler yaşamaya son derece müsaittir. Onu bir dinlemeye başladı mı kendine de çevresine de zarar vereceği açıktır. Yüce Kur’an’da Yusuf (a.s.)’un lisanından duyurulduğu gibi: “Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder..” (Yusuf, 12/53) Nefsin kötü, zararlı olanı emredişi ve insanın da buna meyledişi o dereceye ulaşabilir ki, Kur’an-ı Kerim’de bu durum, nefsin arzu ve isteklerini ilahlaştırmak olarak nitelendirilmektedir. Yüce Mevla sorar bizlere: “Nefsinin arzusunu ilah edinen, Allah’ın (halini) bildiği için saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?” (Câsiye, 45/23)
Maddi, manevi sahip olduğumuz her şey Yüce Rabbimizin bize lütuf ve ikramıdır. Bunların gerçek sahipleri olduğumuzu zannedersek büyük bir yanılgıya düşmüş oluruz. İnsanın sahip olduklarıyla övünmesi, gurur, kibir, benlik yapması İslam inancı ve ahlakıyla bağdaşmayacak tavır ve tutumlardır. İslami literatürde bir kimsenin putperest olması açık şirk, nefsinin arzu ve isteklerini putlaştırması servet, şöhret, şehvet ve ihtiraslarının esiri olması ise gizli şirk olarak nitelendirilmiştir. Her çeşidiyle şirk tevhid inancına uymaz ve Rabbimiz dilerse, kulun tövbe etmesi durumunda her türlü günahını bağışlayacağını ancak şirki asla affetmeyeceğini bildirmiştir (Nisa, 4/116).
İrfan geleneğimizde kibir, inat, haset, öfke, kin, nefret gibi menfi duygular nefsin hastalıkları olarak nitelendirilmiştir. Gönül alemimizi etkisi altına alan ve maneviyatımıza büyük zarar veren bu hastalıklardan kurtulmadıkça, bedenen sağlıklı oluşumuz çok bir anlam ifade etmediği gibi söz konusu durum yaratılış hikmetimizle de örtüşmez. Bu açıdan baktığımızda insanın iç alemi bir cihad alanı olup, en büyük mücadelesi kendi nefsiyle cereyan etmektedir. Resulullah Efendimizin; “Mücahid, nefsinin isteklerine karşı cihad ederek günahlardan uzak durmak için mücadele eden kimsedir.” (Tirmizî, Fedâilu’l-cihad, 2) hadisleri de bu gerçeğe dikkatimizi çeker.
Nefsin kötülüğe meylini kesebilmek, iyilik ve güzelliğe yönelebilmek için manevi bir eğitime, nefsin terbiye edilmesine ihtiyaç vardır. İnsanın ahlaki bakımdan çift kutuplu bir varlık olduğunu söyleyebiliriz. İyilik yapmaya da kötülük işlemeye de potansiyeli vardır insanın. Bu dünya hayatında insan tam da böyle bir kavşakta kurtuluş ya da mahvoluşunun seçimini yapmak gibi çetin bir sınav ve tercihle baş başadır. Nefsinin isteklerine boyun eğen ile, nefsini Kur’an ve sünnetin rehberliğinde terbiye edenlerin farkını vurgularken Kur’an; “Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems, 91/9-10) buyurmaktadır.
Nefis terbiyesinden söz ederken tasavvuf literatürümüzde yer alan “nefsi öldürmek” deyimine de atıfta bulunmalıyız. Bu ifade aslında Kur’an kaynaklı olup İsrailoğullarıyla ilgili bir bölümde yer almaktadır. Buna göre İsrailoğullarından tövbe edip nefislerini öldürmeleri istenmektedir (Bakara, 2/54). Bu emir mecazi anlamda kötü duyguların, nefsani isteklerin yok edilmesini ifade etmektedir. Nefsimizi terbiye edebilmek, hırsların, sonu gelmez arzu ve emellerin, kötü duygu ve düşüncelerin esaretinden kurtulabilmek ve bunların gönlümüzde açtığı yaraları tedavi edebilmek için Kur’an-ı Kerim’in ve Resulullah Efendimizin rehberliğine çok ihtiyacımız var şüphesiz. Yüce Mevlamızın “Rab” ismine iltica edelim. “Rab” sahiplik ve terbiye edicilik anlamını içermektedir. İnananlar olarak daima Allah’ın ilahi gözetimi altında bulunduğumuzun bilincinde olmalıyız. Allah’ın; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” cevabını vermiş olmamızın Kerim Kitabımızda bize hatırlatılmasının altında yatan hikmetlerden biri de, bu ikrarı vermiş müminler olarak, tıpkı Yüce Resulümüz gibi Kur’an’ın terbiye ikliminden nasiplenip, kulluğa yakışır bir edep ile kuşanmışlardan olmaya gayret etmemizdir. Yaratanın her an kendisini görüp gözetmekte olduğuna inanan, ahiret inancı ve her davranışının hesabını verme bilinciyle yaşayan kimse nefsine uyup yanlış iş yapabilir mi? Kendisine ya da çevresine en küçük bir zarar verebilir mi?
Nefsimizi terbiyede ibadetler de önemli bir rol ve fonksiyona sahiptir. Namazın insanı her türlü kötülükten alıkoyan bir ibadet oluşuna bizzat Kur’an vurgu yapmaktadır (Ankebût, 29/45). Oruç, Kur’an, fitre ve sadakalar, teravih namazı ve içinde barındırdığı daha nice güzellikleriyle Ramazan ayı nefsimizi terbiye ve gönül temizliğine erişebilme adına büyük bir fırsattır. Ramazan ayı ile birlikte gönül ve zihin dünyamızda köklü bir değişim meydana gelmeli, insan iç alemini kuşatan şeytani düşünce ve nefsani duyguları; tövbe ve istiğfarları, ibadet ve duaları, zikir ve tesbihatlarıyla etkisiz hale getirebilmelidir.
Oruçla takvaya ulaşmak ve Rabbimizin; “Kim Rabbinin makamından ürperir ve nefsini arzularından alıkoyarsa şüphesiz cennettir onun sığınağı.” (Nâziât, 79/40-41) müjdesine erişmek ümidimiz olmalıdır. Fahr-i kainat Efendimizin bir duasıyla noktalayalım sözümüzü: “Allah’ım! Nefsime takva nasip et ve günahlardan nefsimi arındır. Onu en iyi temizleyecek olan sensin. Onun sahibi ve efendisi sensin. Allahım huşu ve itaat duygusundan yoksun kalpten, aç gözlülükten, faydasız ilimden ve kabul edilmeyen duadan sana sığınırım.” (Nesâî, İstiâze, 13) Amin.
* Dr. Ülfet Görgülü/ Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı