Oluşturulma Tarihi: Ağustos 30, 2006 01:18
Hacıanestii... Nerdesin?
Gel de ordularını kurtar
Bugün 2. Ordu’ya bağlı Geçici Süvari Tümeni de Kütahya’ya girmiş, çılgınca karşılanmıştı. Sağ yanı açık kalınca, Eskişehir’deki Üçüncü Kolordu’nun durumu tehlikeye düştü. General Sumilas "Bir vuruşta koca orduyu üçe ayırdılar" dedi. "Artık tutunamayız. Ordudan izin isteyerek biz de geri çekilelim." Kurmay Başkanı ayağa kalktı:
"Galiba Anadolu maceramız sona eriyor."
"Bence sona erdi bile."
(...)
Güneş Murat Dağı’nın ardında kaybolup akşam alacası çökerken, top ve piyade ateşi kesildi, askerler süngü hücumuna kalktılar. Çelik süngüler akşam ışığında çakıp sönüyorlardı.Başkomutan Mustafa Kemal Paşa siperin içinde ayağa kalktı. Savaş heyecanı ile doluydu. Kabarıp taşarak haykırdı:
"Hacıanestiii! Nerdesin? Gel de ordularını kurtar!"
* (Yorgo Hacıanesti, Küçük Asya Ordusu Komutanı, Yunan İşgal Orduları Başkomutanı)
Ulus Dağı’nın Makbule Efe’si
Kış dağlarda çok acımasızdı. Demirci Akıncıları çok güçlük çekmişlerdi. Zaman zaman aç, uykusuz kalmış, donma tehlikesi atlatmış, hastalanmış, yaralanmış, şehit de vermişlerdi. Ama Yunanlıları, Ermeni, Rum ve Çerkez çeteleri "gavur Müslümanları" her fırsat düştükçe tepelemişler, işgal idaresini çılgına çevirmişlerdi.
İşgal Komutanlığına bağlı büyük bir kuvvet Demirci Akıncılarının peşine düştü. Akıncılar Ulus Dağı’nın karlı ormanlarına daldılar. Bu güzel dağın yollarını iyi bildikleri için iki kez kuşatmayı yarıp çıkmayı başardılar. Dağılan müfrezeler ikinci kuşatmadan kurtulunca 17 Mart Cuma günü buluştular. Bütün akıncıların yüzü taş gibiydi. Kuşatmayı yararken bazı akıncılar gibi Müfreze Komutanlarından Halil Efe’nin eşi Gördesli Makbule de şehit olmuştu. Halil Efe’yi delice seven Makbule, kocasından ve akıncılardan hiç ayrılmamış, sürekli birlikte gelmişti. Halil Efe de eşini öyle severdi. Sevgileri ve yiğitlikleri efsane gibi yayılmıştı dört yana. Makbule’yi Ulus Dağı’ndaki Kocayayla’da, kimsenin bulamayacağı bir köşede toprağa verdiler.
Akıncı ahlakınca şehit olanlara ağlamak ayıptı. Makbule’nin toprağa verildiği gün, akıncılar Halil Efe’yi de, birbirlerini de ayıplamadılar.
Hepsi kana kana ağladı.
Hasan 5 kuruş
Sabah İstanbullular Kızılay’ın çağrısına uyarak para yardımı yapmak üzere gazetelerde sıraya girdi. İleri Gazetesi’nin dar idarehanesine sığmayanların büyük kısmı, dışarıda kalmıştı. İçeride daha afyonu patlamamış olan huysuz idare memuru, bir deftere söylene söylene, bağış yapanın adını ve bağış miktarını yazıyordu.
Kahveci Ali 100 kuruş.
Eskici Yusuf 50 kuruş.
Hallaç Asım 75 kuruş.
Bakkal Ahmet 100 kuruş.
Terlikçi Adem 200 kuruş.
Sırada küçük, cılız bir oğlan vardı. Bir önceki bağışçının çocuğu sanan memur, öfkeyle yürüyüp yol vermesi için işaret etti. Ama çocuk yürümedi, büyük bir ciddiyetle bütün servetini çıplak masanın üzerine bıraktı:
Hasan, 5 kuruş.
Suratsız idare memurunun birdenbire gözleri doldu. Ağladığını göstermemek için yüzünü, kocaman mendilinin arkasına saklayarak gürültü ile burnunu sildi.
Yüzbaşı Faruk’un selamına selam
Sarı atlas döşeli büyük oda, nezaretin ileri gelen subayları ile doluydu. Hürriyet ve İtilaf Partisi yanlısı olan birkaç gerici subay dışında hepsi Anadolu’ya geçmeye çoktan hazır. Ankara’nın İstanbul’da kalmalarını gerekli gördüğü namuslu askerlerdi. Kapı açıldı, kapının boşluğu içinde yaver göründü. "Emrettiğiniz yüzbaşı geldi efendim."
"İçeri al."
Nazır Ziya Paşa subaylara bilgi verdi: "Az önce sözünü ettiğim talihsiz olayın faili."
Yüzbaşı bekletmeden içeri girdi, kaygılı bakışlarla kendisini izleyen subayların arasından hızla ilerleyerek nazırın masası önünde durdu, selam verdi:
"Yüzbaşı Faruk, İstanbul. Beni emretmişsiniz."
Uzun boylu, kumral, yakışıklı, biraz bıçkın havalı bir subaydı. Nazır önündeki bir yazıya bakarak yumuşak bir sesle "Oğlum" dedi, "Dün akşam Beyoğlu’nda İngiliz İnzibat Subayı Teğmen Miller’i, emre rağmen selamlamamışsın. Doğru mu?"
"Evet efendim, doğru."
Nazır, dürüst subaya babacanca yol gösterdi:
"Herhalde görmediğin için selamlamadın, değil mi çocuğum?"
"Hayır efendim gördüm." Nazırın canı sıkıldı:
"Niye selamlamadın öyleyse? Selamlamanız için emir verilmişti."
"Rütbesi benden küçük olduğu için selamlamadım Paşam. Askerlik töresince, önce onun beni selamlaması gerekmez miydi?"
Ziya Paşa derin bir kederle ellerini açtı:
"Askerlik töresi mi kaldı a yavrum? Adamlar galibiyet haklarını kullanıyorlar. İngiliz Komutanlığı bu sabah olayı protesto etti. Mesele çıkarılacak zaman değil. Hemen şu müzevir teğmeni bul da özür dile. Olayı kapatalım." Başıyla çıkması için izin verdi. Ama yüzbaşı yerinden kıpırdamadı.
"Paşam, bir de beni dinlemenizi rica ediyorum."
Nazır bıkkınlıkla, "Söyle bakalım" dedi.
"Balkan Savaşı’nda teğmendim. Çanakkale’de üstteğmen. Suriye cephesinde yüzbaşı oldum. Ben bu rütbeleri tek başıma savaşarak almadım. Her rütbemde binlerce şehidin ve gazinin hakkı var. Onların hakkını korumak namus borcumdur. Beni affedin, özür dileyemem."
Harbiye Nazırı bozuldu:
"Anlamadın galiba. Harbiye Nazırı olarak emrediyorum."
Yüzbaşı sükûnetle "Anladım efendim" dedi, apoletlerini bir hamlede söküp nazırın masasına bıraktı:
"Artık emrinizi dinlemek zorunda değilim!"
Selam vermeden dönüp kapıya yürüdü. Oturan subayların, İstanbul’u tutan birkaçı dışında, hepsi saygıyla ayağa fırladı. Hepsinin rütbesi yüzbaşıdan büyüktü. Gözleri dolarak, yüzbaşıya selam durdular.